Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Laik, bu dünyada olup bitenlere, bu dünyadan derlenmiş bilgi birikimi ile akıl erdirmek alışkanlığına sahip kimse olarak insan aklını yücelten ve her türlü dogmatizmi reddeden biridir. Bizde ise resmî ideoloji dogmatik tuğlalarla tahkim edilmiştir ve laik dünya görüşünü savunduğunu zannedenler, farkında bile olmadan mutaassıp bir edâ ile kendi dogmalarına titizlikle sahip çıkmak ihtiyacını duyarlar.

Muhafazakâr hayat tarzı" diye bir şeyden bahsetmek bugün ne kadar anlamlıdır sorusuyla işe başlayabiliriz; bu soruyla yola çıkmak anlamlıdır çünkü, toplumsal değerlerin yeniden üretildiği yerler, birkaç asırdan beridir "muhafazakârlar"ın iktidarının uzağına düşmüş bulunuyor. Sayı itibariyle büyük çoğunluk teşkil etmelerine rağmen geleneksel-muhafazakâr hayat tarzı içinde kendilerini rahat hissedenler, "belirleyicilik" vasfını kaybettiler. Son asır içinde yazılı, sözlü ve görüntülü basın organları, siyaset ve ekonomi gibi geleneksel iktidar odaklarının üzerine eklemlenen yeni bir iktidar sahası oluşturdular ve iktidar değerlerini yeniden belirlediler; bu, başlangıçta bir sınıf çatışması değildi ama batı burjuvazisinin dünya görüşünü propaganda eden bir öncü azınlınlığın, rekabet kabul etmeyen propaganda üstünlüğü ile iktidar mevkilerinde kolayca tutundu ve kökleşti.

Cumhuriyet'in kurucuları, batılı burjuva dünya görüşünü ve hayat tarzını "çağdaşlık" adıyla niteleyince, izah etmeye çalıştığımız mesele, tez zamanda bir rejim ve ideolojik problem görüntüsüne büründü. Muhafazakârlar, Sultan II. Mahmud zamanından beri kontrolünü elden kaçırdıkları her nevi iktidar alâmetinden büsbütün ırağa savruldular. XX. Yüzyıl başlarında Osmanlı toplumunun en avangarde (öncü) ve en batılılaşmış kesimi, tarih kitaplarının ahmakça bir sâfiyetle tekrarladığı üzre bürokraside ve dağlarda hürriyet için çarpışan "ilerici" azınlık değil, tam aksine Osmanlı Hânedanı'nın yaşadığı saraylar ve muhitlerdi. Osmanlı ihtilâlcileri başlangıçta hayat tarzından ziyade siyasi iktidar mücadelesi veriyorlardı. Sarayın önderlik ettiği hayat tarzı, -muhafazakârlık ne kelime?- artık geleneksel bile değildi; dolayısıyla Osmanlı Sarayı'nın siyaseten tasfiyesi esasında ileri bir hamle sayılmaz; sadece yeni iktidar elitlerinin hangi zümreden geleceğini ve hangi ideolojiyle iktidarda tutunacağını belirlemiştir ve böylece Türkiye'nin yeni egemenleri, saray ve çevresindeki zaten pek yufka Osmanlı aristokrasisi'nden değil, merkeze karşı çevreyi teşkil eden taşralı öncülerin arasından çıkmaya başlamıştır.

Yeni egemenler, dünya görüşü olarak kendilerine tutarlı bir menşe bulmak ve olgunlaşmış bir dünya görüşüne yaslanmak konusunda gerekli altyapıya sahip değillerdi. Bu yüzden devlet yönetiminde Osmanlı tortusundan kurtulmak için isâbetli birer araç olarak cumhuriyetçilik ve laiklik yorumunu benimserken şahsi plânda bir dünya görüşü ihtiyâcını aynı enstrümanlarla tamamlamak kolaycılığına kapıldılar. Cumhuriyet'in yerleşme yıllarında "Cumhuriyetçi ve laikçi" olmak bir dünya görüşü olarak yeterli, hattâ mükemmel zannedildi. Gerçek ihtiyaca cevap vermese de yeni egemenler, her adımda çelişkiye düştüklerini bile pek farketmeksizin ama daima egemen pozisyonlarını korumak için alabildiğine dikkat ve atılganlık göstererek varlıklarını korudular. Tek partili hayattan demokratik uygulamalara geçiş bu yüzden Türkiye'de çok sancılı cereyan etti ve halen bu sürecin içinde yaşamaktayız.

Bu noktada, "batılı burjuva dünya görüşünü birebir sahiplenmek niçin işe yaramadı?" sorusuna cevap vermekte zorlanmıyoruz, zira burjuvazi, Avrupa'nın tarihi derinliklerinde neredeyse yedi asırdan beri halden hale geçerek bizden bambaşka bir seyir içinde kendi bütünlüğünü ikmâl etmiş bir sınıftır ve burjuva dünya görüşünün her bedene ve topluma uyması gerektiği gibi bir varsayım bütünüyle saçmadır. Meselâ laiklik, burjuva dünya görüşünün ayrılmaz ve esaslı parçalarından biridir ama onun yegâne mânâsı "dinle devlet işlerini ayırmak"tan ibaret de değildir. Laik, bu dünyada olup bitenlere, bu dünyadan derlenmiş bilgi birikimi ile akıl erdirmek alışkanlığına sahip kimse olarak insan aklını yücelten ve her türlü dogmatizmi reddeden biridir. Bizde ise resmî ideoloji dogmatik tuğlalarla tahkim edilmiştir ve laik dünya görüşünü savunduğunu zannedenler, farkında bile olmadan mutaassıp bir edâ ile kendi dogmalarına titizlikle sahip çıkmak ihtiyacını duyarlar.

Yeni egemenlerin niçin toplumda büyük müştereği bulunan değerlerden yola çıkmadığı da merak edilmeye lâyık bir husustur; esasen kendilerine bir dünya görüşü bulmak ihtiyacındaki egemenler, toplumsal müştereklerin "çağdaşlaşmaya" peşinen engel teşkil edeceği zehabında idiler. Onlar çağdaşlaşma tabiriyle hem batılı gündelik hayat tarzının bütün alâmetleri ile yerleşmesini, hem de Türkiye'de egemen sınıfın yapıp-ettiklerine milletlerarası platformda meşruiyet verilmesini anlıyorlardı. Bu kavramın 21. yüzyılda bile Türkiye'de bu derece sıklıkla telaffuz edilmesi, onun daha ziyade sosyolojik değil politik muhtevası ile anlaşılmasıyla izah edilebilir. Kısaca geleneksel değerler, egemenlerin bakışıyla hiç "şık" durmadığı gibi, burjuva dünya görüşünün temel enstrümanlarıyla kabil-i te'lif de görünmüyordu. Bu tahlilde haklılık payı büyüktür çünkü geleneksel diye adlandırdığımız değerler bütünü, tıpkı batı tarihinde görüldüğü gibi varlığını ve ilhamını büyük nisbette "din"den alıyordu ve o birikimde "iyi ve kullanışlı" gibi görünen şeyleri bile dinden ayrıştırarak bir başka iklimde yeniden kullanışlı kılmanın zahmeti göze alınmıyordu. Bu yüzden pek çok zahmet, sabır ve emek sarfıyla yeni muaşeret ve toplumsal kurallar üretmek yerine tamamı yok sayılarak burjuva muaşeret ve hayat tarzı kabullenildi. "Amerika'yı yeniden keşfetmenin ne anlamı var?" yaklaşımı bu gibi açmazlarda sihirli bir fonksiyon icra etmiştir ve etmektedir.

Bu gelişmeler karşısında geleneksel ve muhafazakâr dünya görüşüne sahip büyük kitlenin ne türlü davranışlar ve tepkiler geliştirdiğini ve ne türlü tutarsızlıklara düştüğünü bir sonraki yazıda ele almak gerekiyor.