Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Askerliğimi yedeksubay olarak Bitlis’in Tatvan ilçesinde yaptım. 1981 yılının bütün aylarını kaplayan bu süre içinde, “Doğu’nun Paris’i” diye ünlenen Tatvan’ı niçin Paris’e benzettiklerini önceleri anlayamamıştım; daha sonraları Tatvan’ın çevresini ve Doğu vilayetlerimizden bazılarını görünce bu yakıştırmanın hakkını teslim ettim; Tatvan tabiatıyla hakikaten farklı ve çok güzeldi.

Her ne kadar “Şark’ın Paris’i” de olsa genç bir yedeksubay için Tatvan’ın imkânları sınırlıydı ve tatil günlerinde gezintiye çıktığımız Tatvan’ın ‘Mecburiyet Caddesi’ çabucak bitiveriyordu. Libya pasajı diye bilinen yer, Türkiye’de pek bulunmayan ithal malların kaçak satıldığı bir mekân olarak cazipti; fakat nereye kadar? Sineması yoktu; gazeteler neredeyse iki gün gecikmeyle geliyordu. Alçak tabureli kahvelerinde bolca kaçak Bitlis tütünü içiliyor, yere yakın sehpalarla yaşlı Tatvanlılar âdeta dama oynama hızına yakın bir süratle satranç partileri yapıyorlardı. Yörenin meşhur Büryan kebabına pek alışamamıştık; fakat ekmeği nefisti.

Tatvanlılar hemen otuz-kırk metre mesafede ilçeyi sarmalayan Van Gölü’ne ‘deniz’ diyorlar; fakat Türkiye’nin her yerinde olduğu gibi Tatvan’da da ahalinin ‘deniz’le nerdeyse hiç ilişiği olmadığını görmek garibime gitmişti. Denizcilik işletmesinin vaktiyle yaptırdığı otelin iskelesi (Tabii feribot iskelesini de ihmal etmeyelim) hariç, kimsenin denize elini sokup ıslattığı yoktu; hâlâ öyle midir bilmem?

Tatvan’da kıldığım ilk cuma namazı da benim için hayli şaşırtıcı idi. Şafii mezhebini lâfzen elbette biliyordum; fakat bir Şafii mescidinde, Şafii imama uyarak cuma namazı kılmak, ezberimizi bozan bir uygulamaydı. Burası farklı bir yerdi ve size inanılmaz görünecek; ama 1981 yılında bölgede terörün adı bile yoktu. Hafta sonu tatilinde nöbeti olmayan arkadaşlar tâ Doğu Beyazıt’a, Hakkâri’ye kadar giderek daha ehven fiyatlara kol saati vesaire alıp getirebiliyorlardı; sonradan Tugay komutanlığı bu yaramazlığı fark edip kesin yasak koymuştu.

O yıla dair hafızamda en çok kalan hadise, piyade taburumuzun Ankara’dan geldiği söylenen emir gereğince köylere çıkıp silah arama-taraması yapmasıydı. ‘Operasyon’a katılan arkadaşlar, beraberlerinde getirdikleri üç-beş çakaralmaz tabanca ve tüfeği nasıl ele geçirdiklerini şöyle anlatmışlardı: Birlik komutanı, köyün muhtarını cami minaresinin dibinde sorguya çekiyor, “Silah yok” cevabı alınca minare hoparlörünün mikrofonuyla canlı naklen yayın yapacak şekilde muhtarı falakaya yatırıyordu. Bu usûlün netice (!) verdiği şuradan belliydi ki, operasyona katılan arkadaşlar, gittikleri köylerde muhtarların aralarında para toplayarak kaçakçılardan ucuz-pahalı demeden birkaç silah tedarik ederek, arama-tarama yapan birliklere teslim ettiklerini söylemişlerdi.

Doğrusu utanç verici bir şeydi; ‘bunlar Kürt’tür, Kürtlerde mutlaka silah olur’ varsayımıyla ‘her birliğin köy başına en az şu kadar silah getirmesi lazım’ hesabı yapılmasından üzüntü duymuştuk. Ankara’dakiler galiba, bu gibi göstermelik ve acı verici tedbirlerle muhtemel bir silahlı kalkışmanın önünü çevirebileceklerini zannediyorlardı ama uygulanan metodun yanlışlığı tam tersine tesir yapmıştı.

Bölgedeki yer isimlerinin çoğu Kürtçeydi ve yanlış hatırlamıyorsam askerî hizmette kullanılan detaylı haritalarda da bu isimler aynen korunmuştu; büyük yerleşimlerden başlayarak yer isimlerinin güya Türkçeye çevrilmesi, itiraf edelim ki 12 Eylül yönetiminin buluşu değildir; Fırat Üniversitesi’nden Doç. Dr. Harun Tunçel’in Yeni Aktüel dergisine verdiği bilgiye göre, İçişleri bünyesinde 1957 yılında kurulan Ad Değiştirme İhtisas Kurulu, 21 yılda 75 bin yerleşim adını inceleyip 28 bin kadarınınkini değiştirmiş. Tunçel’in bugünkü tablo karşısındaki yorumu şöyle: “İsmi değiştirilen köy sayısı 12 binden fazla. Bir başka ifade ile kaba bir değerle ülkemizdeki köylerin yüzde 35 kadarının ismi değiştirilmiş durumda.”

Bir coğrafi mekânda yer isimlerini değiştirmenin (dikkat; sadece Türkçeleştirmekten bahsetmiyorum) mantığını bir tarihçi olarak hiçbir zaman anlayamamışımdır. Aynı şey sadece Doğu Anadolu coğrafyasındaki Kürtçe yer isimleri için değil, Türkiye’nin her yerinde Ermenice, Rumca vb. gibi yer isimleri için de yapıldı ve büyük bir tarihî hafıza ve bilgi kaybıyla sonuçlandı. Yer isimleri, kendi tabii akışı içinde zamanla değişebilir fakat bu sürece siyasi irade ile müdahale ederek değişime gidilmesi mantıksızdır. Ayrıca bu gibi gayretler ‘millî hafıza’yı geliştirmiyor, aksine köreltiyor. Bir noktadan sonra kendi coğrafyanızın yabancısı hâline geliyorsunuz. Kaldı ki, diyelim Ermenice bir yer ismine Türkçe karşılık verdiğinizde, Remzi Oğuz Arık’ın unutulmaz tesbitiyle “Coğrafyayı vatanlaştırmış” olmuyoruz. Coğrafyayı vatanlaştırmanın formülü mâlum ve müsellemdir: Emek sarf edeceksiniz, hizmet vereceksiniz, âdil olacaksınız, hukuku tesis edeceksiniz ve insanlara refah verebileceksiniz; bunları ihmâl edildiğinde yer ismini değiştirerek millî kültüre, millî varlığa katkıda bulunabilmek imkânsız, hatta geri tepen bir tesir yapıyor.

O yer isimleri, hangi dilden olursa olsun, vaktiyle orada yaşayan ve hâlâ yaşamakta olan insanların tarihine ve beşerî hâfızalarına atıfta bulunuyor; orası Kürtlerin, Ermenilerin, Rumların doğup büyüdüğü yerdir, yurtlarıdır ve hepimize ait olan bir şeydir; o ismin gelecek zamanlara taşınması bir haktır. Biz ise sadece şu basit endişeyle hareket ediyoruz: “Bu yer ismini değiştirmezsek bir gün gelir Ermeniler, Rumlar oraya sahip çıkar, burada bağımsız bir devlet kurmaya kalkışırlar ve Türkiye bölünür!”

Ülkemizin bu kadar kolay bölünebileceğini zannetmekle ülkemize ve insanına biraz ard niyetli yaklaşmıyor muyuz?

İşin en komik tarafı, Türkçe zannettiğimiz yer isimlerinin de vaktiyle başka dillerden gelmiş olması. Sivas, Sebastia’dan geliyor meselâ. İzmir, Smyrnia’dan; İznik, Nicosia’dan; Konya, İkonium’dan; Trabzon da Trabezus’tan... Kürtçe, Rumca, Ermenice yer isimlerinden ürken ‘millî endişe’mizin, sırf eski Yunan’ı çağrıştırdığı ve oraya turistik bir cazibe ve derinlik verdiği için Pamphiyia, Kilikya, Antiocha, Lychia gibi isimlere rağbet göstermesi tam bir şaşkınlık eseridir.

Doğru yaklaşım şudur: Nasıl bulduysan öyle bırak; su akacağı yolu bulur.

AKLIMIZDA BULUNSUN: EKREM DUMANLI VE BİR ÖMRE BEDEL ‘ANLIK HİKÂYELER’İ

Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı, gazeteciliğin gerektirdiği hızlı günlük temponun dışında edebi zevkiyle ve kalem mahâretiyle kendisine bir varlık alanı inşa edebilen bir insan; vaktiyle onun gazetede Kültür Servisi’yle işe başladığını bilenler, Dumanlı’nın ‘Anlık Hikâyeleri’ni görünce hiç şaşırmayacaklardır. Basın ve siyaset alanında beş kitap yayınlayan Ekrem Dumanlı’nın daha önce kaleme aldığı ‘Son Duruşma’ isimli temsili ise hâlâ sahneleniyor. Vaktiyle bir Bâbıâli klasiği durumundaki edebiyatçı-gazeteci geleneğinin hâlâ yaşadığını görmek güzel bir duygu.

‘Anlık Hikâyeler’, bir ömür kadar uzun sürdüğünü zannettiğimiz hâlde hakikatte birkaç saniyeden ibaret o meşhur anların açılımından bahsediyor kısaca. Gece yarısı kapısının kurcalandığını duyan bir eylemcinin kapı arkasında ölümle hayat arasında hesaplaşması, final maçının son saniyesinde kazanılan penaltıyı atmak zorunda kalan bir golcünün tedirginliği, elektrik kesintisi yüzünden asansörde hafakanlar geçiren muktedir bir adamın çaresizliği…

Everest Yayınları tarafında yayınlanan Anlık Hikâyeler’de, ‘hayatımızın en uzun anları’nın tasvir edildiği 6 hikâye yer alıyor.