Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

İstanbul’daki Osmanlı Saraylarına, zihniyet dünyamızdaki değişim ve dönüşümün hâlâ yaşayan eserleri gözüyle baktığımızda âşikâr ama pek fark edilmeyen bir gerçekle yüz yüze geliriz: Osmanlı Sarayı ve içinde yaşayan Osmanlı Hânedanı, Osmanlı toplumunun en alafranga, en Batıcı kesimini teşkil etmektedir.

Misâllerle izah etmeye çalışalım:

İnşâ edildiği XV. Yüzyıldan bu yana, küçük değişiklikler geçirmesine rağmen aslî kimliğini ve beden dilini koruyan Topkapı Sarayı, klasik Osmanlı saray geleneklerinin ve hayat tarzının bütün çizgilerini taşımaktadır. Topkapı Sarayı, Batı ülkelerinde saray görmüş olanlarımızın kolayca fark edeceği üzere “saray” denilmek için hayli zorlandığımız mütevazı yapılar topluluğudur; binalar küçük tutulmuş, yükseklik itibariyle iki katı geçmemiş ve sadece ihtiyacı karşılama özelliklerine dikkat edilmiştir. Pahalı tekniklerle gerçekleştirilen abartılı süs unsurlarına hemen hiç rastlanmaz. Topkapı yapılarının âbidevî (monumental) tesiri neredeyse yok gibidir; âbidevîlik, Topkapı Sarayında iki unsurda tecellî eder: Sarayın emsâlsiz topografyası ve tevâzua gizlenmiş insâni boyutlardaki estetik endişeler.

Topkapı’nın fiziki bir varlık olarak ifâdesi, devrin devlet felsefesine, sınıf yapısına, devlet ve ahali münasebetlerine ve ortalama Osmanlı Müslümanının dünya görüşüyle âhenktardır. Buna mukabil XIX. Yüzyıl’da yapılmaya başlanan başta Dolmabahçe, yani “Beşiktaş sahilsarayı” olmak üzere Çırağan, Beylerbeyi gibi devlet saraylarının ifâdesi, Topkapı’nın klasik çizgisiyle neredeyse tamamen zıtlık gösterir; bu sarayların mimarlık dili bir mağlubiyetin ifâdesidir; neredeyse tamamı Batı mimarlığına ve Batılı mekân anlayışına mağlup düşmüş binalardır bunlar. Dış ve iç mimarlık unsurlarında abartı, debdebe ve lüzumundan fazla büyütülmüş “güçlü görünmek arzusu” sezilir. Esâsen mekânı biçimlendirmekte kendi irâde ve taleplerinden vazgeçmiş olmak, sair fikrî ve felsefî unsurlardaki özgüven kaybını açıkça hissettirmektedir.

Osmanlı hânedanının mimari tercihlerindeki dramatik ve radikal kırılma, hayat tarzına da aksetmiştir: XIX. Yüzyılda Osmanlı toplumunun en Batıcı ve alafranga kesimi saraylarda yaşamaktadır. Hânedan mensupları, çok sonraları Cumhuriyet döneminde telaffuz edilince halka pek yadırgatıcı görünen asrîlik alâmetlerine ve kurumlarına yönelir ve benimserler. Hânedan mensuplarının eğitiminde, giyim kuşam tarzında, sofralarında, birbirleriyle ilişkilerinde ve nihâyet fikriyatlarında Batılı müfredât ağırlık kazanır. II. Mahmud zamanında mutaassıp unsurlarca dillendirilen “gâvur padişah” nitelemesi, her ne kadar zâlim ve haksız bir teşbih sayılmak gerekse de, Hanedan’ın hayat tarzını niteleyici bir yoğunluk kazanır. Bu hayat tarzına “paşalar” düzleminde bir iştirak gözlenmektedir. Tanzimat Fermanı’yla beraber bürokratik muhtariyet kazanan “paşalar” sınıfı, aslında bir sosyal sınıf teşkil edecek derecede kalabalık değildir. Paşalar sınıfı veya daha isabetli bir söyleyişle “yüksek bürokrasi”, Osmanlı toplumu ile Osmanlı sarayı arasındaki hemen hemen yegâne kesişme noktasını teşkil ediyor. Klasik dönemde kendi mal varlığına sahip olmakta zorlanan yüksek bürokratlar, Tanzimat’ın müsâdere usûlünü kaldırması, burjuva mülkiyeti anlayışını benimsemesi ve bürokratları “kul takımı” zümresinin dışına çıkarması gibi “yenilikler”, bürokrasinin -daha doğrusu o günlerdeki ismiyle “Bâbıâli bürokrasisi”nin, saraya karşı nisbeten güçlendirilmiş bir mevkie gelmesine yol açtıysa da sivil ve asker paşaların önderliğinde yüksek bürokratların bağımsız bir sosyal sınıf teşkil etmesine yetmedi. Dolayısıyla daha XIX. Yüzyıldan itibaren “saray”la toplumun fikriyatı arasındaki fikrî ve felsefî makas açılmaya başladı.

Burada ilginç husus şudur: Osmanlı sarayı ve sarayın emrinde olduğu zannedilen paşalar bürokrasisi arasında Batıcılık noktasında bir ideolojik çatışma yoktu ama bir ihtilâf ortaya çıktı; bu ihtilâf, iktidarı kullanmak meselesinde görünür hâle geldi. Klasik dönemin paşaları, siyasi iktidarı ancak sultanın müsaade ettiği ölçüde ve hiçbir teminata sahip olmaksızın kullanabiliyorlardı. Tanzimat reformu, paşalar bürokrasisini saraya ve sultana karşı hayli özerk ve güçlü duruma getirdi ve Tanzimat Paşaları, daha önceleri sultanın irâdesiyle kullanabildikleri iktidar araçlarına artık, sultandan bağımsız olarak sahip olmak istediler. Osmanlılarda ilk anayasacılık hareketinin ardında böyle bir talep bulunuyordu. Meşruti idare veya anayasa (Kanun-i Esasi), toplumsal ihtiyacın değil, paşalar bürokrasisinin baskıve talebiyle gündeme gelmişti. Kâğıt üstünde iktidar hâlâ Osmanlı Hânedanına ait görünüyordu ama onu fiilen kullanan paşalar bürokrasisi artık sultana karşı daha güçlü ve şüphesiz daha meşrû bir zemine dayanabileceklerdi.

Elbette ki bu tezatlı ve çatışmacı bir süreçti; bu çelişkiyi en derin ve net çizgileriyle II. Abdülhamid’in saltanat yıllarında görürüz. Abdülhamid, Tanzimat fermanını imzalayan Abdülmecid’in oğullarından biri olarak, alafranga hayat tarzına uygun bir şehzadelik döneminden geçmişti. Amcası Abdülaziz’in, paşalar bürokrasisi tarafından bir hükûmet darbesiyle nasıl alaşağı edildiğini yaşadıktan sonra, kendinden daha fazla alafranga (hatta Mason olduğu rivayet edilir) ağabeyi V. Murad’ın kısa saltanatından sonra tahta geçebilmiş ve hemen akabinde paşalar bürokrasisinin hayallerini taçlandıran Kanun-i Esasi’yi kabul ve ilan ederek ilk Meşrutiyet dönemini başlatmıştı. Ne var ki Abdülhamid, Bâbıâli bürokrasisinin paşaları aracılığı ile kullanılan iktidarı kontrol ve temellük hakkından vazgeçmedi. İlk iş olarak Kanun-i Esasi’yi askıya alıp darbeci paşaları Yıldız Mahkemesi’nde yargı önüne çıkardıktan sonra, Bâbıâli bürokratlarını semt değişikliğine uğratarak iktidarın kilit taşlarını teşkil eden bütün önemli nezaretleri oturduğu Yıldız Sarayı binalar topluluğunun bahçesi içindeki ofislere nakletti. Böylece iktidarın dizginleri, uzun Tanzimat yıllarından sonra paşaların elinden kayarak yeniden Abdülhamid’in eline geçmişti.

Abdülhamid’in çelişkisi, iktidarı ellerinden aldığı paşalarla aynı ideolojik çizgide bulunması idi. Bâbıâli bürokratları gibi Abdülhamid de nihai planda Batıcıydı; saltanatı zamanında Batıcı reformları fasıla vermeksizin destekledi; eğitim ve haberleşme gibi önemli sektörlerde Batılı tarzda altyapı çalışmalarını başlattı ve kurdu. İrâdesiyle açılan ve artık taşralara kadar yayılan askerî okullar, idadiler, rüşdiyelerde Batılı tâbiye ve taktik anlayışına göre eğitilen genç subaylar neslini, ancak polisiye disiplin tedbirleriyle kontrol altına almaya çalışması Abdülhamid’in kaçınılmaz çelişkisi ve zaafı olmuştur. 1908 İnkılâbını yapan subaylar, Abdülhamid’in açtığı askerî okullarda Batılı eğitim görmüş subaylardı (Hatta Cumhuriyet’i kuran M. Kemal Atatürk de sırasıyla Selanik, Manastır ve İstanbul’daki Batılı askerî okullarda yetişmiş bir Meşrutiyet zâbitidir). Abdülhamid, ordusunun yüksek rütbeli generallerini Yıldız etrafında, kendine sadık insanlardan seçerek, ihtilâlci ve hürriyetçi fikirlere karşı bir nevi baraj kurmayı tasavvur etmiş; askerî okulları, basın-yayın kurumlarını ise sıkı disiplin altına alarak, -kendi açısından- yıkıcı cereyanları önlemeye çalışmıştı fakat başarılı olamadı, yenildi ve saltanatını kaybetti.

II. Meşrutiyet ile birlikte Bâbıâli Paşaları, Midhat Paşa’nın sadâretinden sonra ilk defa yeniden iktidara geldiler ve sonraki yıllarda hep iktidarda kaldılar. Türkiye’de saltanat’ın sona erdiği asıl ve fiilî tarih, Abdülhamid’in Osmanlı Meclisi Mebusanı tarafından görevden alındığı 31 Mart Vakası’dır. O tarihten sonra tahta çıkan padişahlar bir nevi korkuluk hükmündeydiler ve Osmanlı tarihinin en krizli günlerinde yaşamak gibi talihsizliği paylaştılar.

(Konu uzun, yer dar; sabrınız olursa haftaya devam ederiz.)