Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Adam yatağından neş’e içinde, enerjiyle uyandı ve henüz doğmakta olan güneşin ışıkları iyice içeri dolsun diye pencereyi sonuna kadar açarak ortalığı dolduran kuş cıvıltılarını huzurla dinledi. Sonra temiz havayı içine çekerek,

  • Bugün ne güzel bir gün; bir an önce insanların arasına katılıp kötülük yapmalı, ülkeme, aileme, komşularıma karşı hainlik etmeliyim diye düşündü. Banyosunu yaptıktan sonra kahvaltı masasına oturdu. Gazeteleri gözden geçirdi. Ülkesine zarar vermek için o gün neler yapabileceğini tasarlamaya çalıştı; sonra,

  • Nasıl olsa buluruz bir şeyler; önemli olan niyet etmek diye düşündü.

İçi, henüz hiçbir şeye yöneltemediği, kötülüğe dönüştüremediği tarifsiz nefretle kabarıyordu.


Kadın, az önce kedi yavrusunu kuyruğuna bağladığı iple ağaca asan yavrusunu muhabbetten titreyen bakışlarla seyrediyordu. Kedi yavrusu çığlık çığlığa miyavlıyor, çektiği acıdan ötürü âdeta ağlıyordu. Kadın mutfak penceresini açarak çocuğuna sesledi,

  • Evladım, aferin sana, ne güzel eğleniyorsun kendi başına!

Çocuk takdir edildiğini görünce mutfak penceresinde kendini seyreden annesine doğru yürüdü. Çocuğa keskin ve büyük bir mutfak bıçağı uzatan annesi ilave etti,

  • Seni tırmalamaya kalkışırsa çekinme, ver cezasını!

Adam, yalanın erdemine inanıyordu; mümkün olduğu kadar herkesi aldatmaya itina gösteriyor, çok zorda kalmadıkça doğru söylememeye dikkat ediyor, arada sırada ağzından kaçtığında ise çok üzülüyordu. Yalan çok güzel bir şeydi; gerçekler sıkıcıydı. Gerçekler tek boyutluydu, mattı, üstelik acıtıcıydı fakat yalan öyle miydi ya: Çok boyutlu, renkli, birbirinden zengin binlerce imkân vaad eden, hayal gücünü kamçılayan bir imkân...

Başkalarına karşı yalan söylemeyi alışkanlık hâline getirdiği gibi kendisine yalan söylediğinde çok memnun oluyor, gözlerini hazla yumarak,

  • İşte yaşamak bu; ne güzel! diye düşünüyordu. Telefonu çalınca canı sıkıldı; arayan numaranın kim olduğunu anlayınca yüzünü buruşturmaktan kendini alamadı,

  • Alo, dedi. “Şu anda çok önemli bir toplantıdayım, konuşamayacağım fakat ilk fırsatta sana dönerim.”


Tezgâhtarın içi içine sığmıyordu. Az önce hâlinden vaktinden okuma-yazma bilmediği anlaşılan ve hayli saf görünen orta yaşlı bir ev hanımına almak istediği plastik tepsiyi tam iki katı fiyatına satmayı başarmıştı. Tepsinin parası cebine girmiş değildi fakat kadıncağızı aldatmanın verdiği zevk, tezgâhtarın yaşama sevincini ikiye katlamıştı âdeta. “Önemli bir adamım ben” diye düşündü. “Ticari başarılarım ortada; fırsat bulduğumda, şartlar elverdiğinde insanları kazıklayıp aldatarak tez zamanda zengin olabilirim; bunu kimse engelleyemez!

Sonra şöyle düşünmeye başladı, “Peki, şimdi patronun kasasına fazladan para girdi ama onun bu ekstra kazançtan haberi bile yok. Attığım kazıkların yarısını bana prim olarak ödeyin desem, belki de işten atmaya kalkarlar. Peki, ben bu nankörlüğe karşı sessiz mi kalacağım şimdi?”

Kalmayacaktı tabii; biraz sonra kimselere hissettirmeden iki katı fiyata sattığı tepsilerden birini kırarak yerine bıraktı, ardından deponun elektrik düğmesini çekiçle kırdı.

Şimdi daha mutluydu.


Delikanlı, apartmanın en yaşlı sakini beyamcanın her gün şaşmaz bir dakiklikle saat dokuzda köşeyi dönüp parkın içinden geçerek yürüyüşe çıktığını ezberlemişti. Bu yüzden dün geceden beri sakladığı muz kabuklarını tam olarak nereye koyacağını iyice hesaplamış bulunmaktaydı. Yaşlı adam, parktan çıkıp karşıya geçmek için yüksekçe kaldırımı inmek zorunda kalıyordu her gün. Muz kabuklarını az önce tam da oraya, öyle tesadüfen atılmış gibi bırakıp olup biteni seyretmeye koyuldu.

Saat 9’u 8 geçe yaşlı beyamca ambulansın içinde acıyla kıvranarak hastaneye doğru yol alırken delikanlı sessiz bir zafer çığlığı atarak kendini kutladı.

Başarmıştı!


Yukarıda birbirinden bağımsız parçalar hâlinde anlattığım hayalî olayları okurken beni hiç de inandırıcı bulmadığınızı tahmin edebiliyorum. İnandırıcı değil çünkü anlatılan olaylar insanın tabiatına aykırı.

İnsanın tabiatı temelde ne tamamen iyi, ne de hikâye etmeye çalıştığım gibi tamamen kötü. İçimizde iyilik ve kötülük zaman zaman çatışırlar ve birbirine galebe ederler. İnsanların hemen tamamı gündelik hayatları esnasında hep “doğru” kararları vermeye çaba gösterirler; tecrübelerine müracaat ederler, birilerinden görüş ve akıl alırlar. Menfaatleri ile “iyi ve doğru” olanı uzlaştırmak için daimi bir gayret içinde çabalar dururlar fakat hepsinin içinde iyi ve doğru olanın neticede galebe edeceğine dair bir ümitli bekleyiş yuvalanmıştır.

Tamamen kötü insan var mı? En kanlı katillerin, en insafsız ve duyarsız hırsızların, iftiracıların bile kendilerini, kendileri gibi icabında kötülüğe meyyal insanların şerrinden emin bulunmak ihtiyacı içinde oldukları açıktır.

Biz karmaşık bir mahlûkuz fakat içimizde hep iyiye doğru bir eğilim, doğruya ve hakikate doğru titreyerek yönelen bir pusula iğnesi var; o yüzden yaptığımız kötülükleri bile iyiye yormak, iyi gibi göstermek için çabalarız; işte bu insanın en dramatik, en anlaşılmaz ve en acınası tarafı olsa gerektir. Bu noktada insanın yaratılışından getirdiği bütün hissi ve akli melekeler, hakikat dediğimiz kavramın karşısında bir tavır takınmak mecburiyetinde bulunuyor ve bu tavır şahsiyetin omurgasını teşkil ediyor.

Kendisinden zarar gördüğümüz veya bize zararı dokunacağına inandığımız kişi ve çevrelerin davranışları karşısında kirpi gibi dertop hâle gelip savunmaya, karşımızdakini anlamaya çalışıyoruz. Zarara uğrama endişesi davranışlarımızı sükûnet ve sabrın kontrolünden çıkarıyor; muhatabımızı yeterince anlama gayreti göstermeden karşı saldırıya geçmeyi çıkarımıza daha uygun buluyoruz.


Şu günlerin siyasi ikliminde sıkça rastladığımız, “Biz sütten çıkmış ak kaşık gibi iyiyiz; rakiplerimiz ise hep kötü, hain ve tehlikeli” değerlendirmesini düşünürken sizin de tereddüde kapıldığınızı tahmin edebilirim. Siyasi hayatımız ne yazık ki bir centilmenler anlaşmasına dayanmıyor; siyasette şövalyelik, civanmertlik, iyi niyet kuralları işlemiyor. Türkiye’de siyaset, rakibin hep kötü olduğu varsayımı üzerine bina edilmiş.

Siyasette faziletin üstün tutulduğu bir zihnî iklim Eflatun’dan beri hayal...

Bu olguyu değiştirmeye gücümüz yetmeyebilir ama en azından anlamayı deneyebiliriz; böylece olup-biteni daha doğru ve gerçekçi değerlendirme şansına kavuşmuş olacağız.