Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

"Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol" sözünün hakikatini çoğu kere zihnimizde evirip—çevirmeden kabul ederiz; dürüstlüğün ve nâmuskârlığın ilk lâzımesi bu değilse nedir ki?

Bu kabul, göründüğü gibi olan veya olduğu gibi görünen şeylerin öteki boyutlarını irdelememizi gizliden gizliye engelliyor mu?

Belki yadırgayacak, belki "lâf kıtlığına kıran mı girdi?" diye düşünüp tedirginleşeceksiniz ama pek çokları gibi benim de zihnimde erteleyip durduğum bir nâmuskârlık ölçüsünü mihenge vurmanın zamanı geldi. Geçenlerde Aktüel dergisinde "röportaj" türünün klasiklerinden sayılması gereken güzel bir sohbet okudum. Gazeteci Kürşad Oğuz, yazar Murathan Mungan'la konuşuyordu. İtiraf etmeliyim ki Murathan Mungan ismini daha önceden biliyor olmama rağmen hiçbir kitabını okumamıştım ve yazar hakkında daha ziyade "cinsî tercih"inden ileri gelen bir peşin hükmün tesiriyle hiç de müsbet şeyler düşünmüyordum. Belki de önyargılarımın ne kadar isâbetli olduğunu kendime bir kere daha isbatlamak niyetiyle bu röportajı baştan sona dikkatle okudum ve şuna kanaat getirdim ki Murathan Mungan, "olduğu gibi görünen veya göründüğü gibi olan" bir yazardır. Yazdıklarının edebî değeri hakkında fikir belirtmem densizlik olur ama röportaj esnasında söyledikleri önemli şeyler bana tutarlılığın nümûnesi olarak görünüyor: Bu durumda Murathan Mungan'ı nasıl değerlendireceğiz; ben ve benim gibi düşünenler açısından ortaya çıkan söyleyenle söylenen arasındaki tezat nasıl te'lif edilebilecek?

"Şart mı efendim, şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da varlığını farketmemişiz gibi yaparız olur gider" diyebilmek var; peki bu kaçak güreşmek değilse ne?

Aynı çelişkiyi Oscar Wilde'ı okuduğumda da yaşamıştım; Oscar Wilde bizde genellikle Dorian Gray'in Portresi isimli romanı veya yıllarca önce basılan "Salome" adlı piyesi ile tanınır. Bir ahbabın tavsiyesi üzerine Dorian Gray'den önce Wilde'ın "De Profundis" isimli eseriyle tanıştım (bu kitaba Andre Gide'in yazdığı önsöz bir şâheserdir); De Profundis, yazarın Reading Cezaevi'nden "dostu", Lord Alfred Douglas'a yazdığı mektuplardan oluşuyor; alıcısının asla okumadığı mektuplar. Peki, Wilde'ın hapishanede ne işi var? Yazar, 19. Yüzyılın son çeyreğinde İngiliz edebiyatının en meşhur edebiyatçılarından birisi: Dandy (züppe meşrepli), popüler, zengin, şık ve fizikî görünüş itibariyle dikkat çekecek derecede yakışıklı bir adam. Şöhretinin zirvesinde iken, Marki Q... isimli bir şahıs tarafından İngiliz basınında "ahlâksızlıkla" suçlanmaya başlıyor. O esnada Paris'te yaşadığı için kendisine yöneltilen hakaret ve kışkırtmalara cevap vermek, Marki Q'dan dâvâcı olmak üzere Londra'ya dönüp mahkemeye başvuruyor. Dâvâcı sıfatıyla katıldığı mahkemenin sonucunda, medyatik himmet(!) neticesi kendisini birden suçlu iskemlesinde buluveren Wilde, kamuoyunda ahlâksızlığı yaymak gibi bir ithamdan iki yıl ağır hapis cezasına çarptırılıyor; çiçekli zirvelerden çamurlu eteklere doğru müthiş bir düşüş. De Profundis (derinliklerden yükselen ısdırap çığlığı mânâsına geliyor), işte bu günlerin ürünü.

Türk kamuoyunda "cinsî tercih"i konusundaki söylentiler ayyuka çıkmış ünlülerin müştereken oluşturduğu kerih bir intibâ vardır; karşı cinsi taklid edercesine giyinmek, konuşmak, hattâ ancak kendine mahsus bir vurdumduymazlıkla her iki cinsin de hoş görmediği şımarıklıklara, sululuklara ve rezâletlere öncülük etmek gibi. Ne var ki De Profundis'i okurken, sayfalar akıp gittikçe bizim kamuoyunda tanınmış o prototipin seviyesiz hercailiğinin aksine, insanda saygı uyandıran bir kalite, belki ondan daha önce olmak üzere bir musdaribin —en azından bilinmeye şâyân— fikir irtifâı ile karşılaşınca, önyargılarımın sarsıldığını hissettim. An'anevi değer hükümlerimiz, en azından cinsî tercihini pespâyelik mevkiine düşürecek derecede kötü örnek teşkil eden kişilere karşı hayli mesâfeli durmamızı öğütlüyor bize; çıplak kelimelerle sual şu: hak, "sûret—i hak"dan zuhûr ettiğinde müşkil nasıl çözülecektir?

Suali başka çehrelerle tekrar edebiliriz: "Sözün kıymeti ile onu söyleyenin tıyneti arasındaki çelişkinin hükmü nedir?" Veyâ kısaca "fikrin de cinsî tercihi var mıdır?"

Eskiler, "âlâmını kalbinde tutup kimseye açma / Zirâ elemin zikri de başka elemdir" mısdakınca, artık yargılanma ve ıslah mesâfesinden kurtularak şahsî tabiatın tabii bir unsuru haline gelmiş sapmalara karşı hiç değilse bir mahremiyet alanı tesis ederek işin propaganda edilmesine karşı tavır almışlardı; şüphesiz bu insaflı bir ölçüdür. Ne var ki bugün her nevî sapmanın fersûdeleştirilerek kaldırımlara serildiği ve bu yüzden bu gibi illetlere zebûn olanların giderek marjinalleşmeye itildikleri bir sosyal iklimde yaşıyoruz. İfratla tefrit kolkola gezdiği ortamlarda bu kabil "insanlık halleri"ne sadece marjinalleşmeyi revâ görmek bir başka yanlış değil mi?

Bugün cevap yok, sual var: Her iki yazardan yaptığım iktibasları okuyarak cevap vermenizi beklemiyorum; suali paylaşmak da yeter.