Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Birbiriyle rekabet eden iki dövüşçünün kurallara uymasını hakemin sağladığı bir spor müsabakası düşünelim; diyelim bir boks maçı. Mâlum prosedürdür; maçtan önce hakem iki boksörü de yanına çağırarak onlara kuralları hatırlatır ve maç esnasında kuralların ihlal edilmemesini gözetir. Seyirciler ise genellikle takım veya sporcu tutarlar ve böylece oyunun parçası haline gelirler. Karşılaşmanın sonucunu hakem veya hakemler belirler; yenen de yenilen de kurallar çerçevesinde birbirleriyle rekabet ettikleri düşüncesiyle sonucu kabullenirler.

Hukuk devletini kabaca bu örneğe benzetebiliriz: Siyasi partiler birbiriyle yarışan sporculardır ve önceden ilan edilmiş bilinen kurallara göre yarışırlar. Maç esnasında kural değiştirilmez. Kural ihlali yapılıp yapılmadığını belirleyen üst hakemler de vardır; onlar sporcuyu değil sporu, yani siyasi partileri değil, demokrasiyi; daha başka bir ifadeyle hukuk devletini korurlar.

Hakemler kural koyamaz; kuralı uygularlar.

Hakemler müsabakayı yönetirken takımlardan birine sempati duyabilirler ama sempatilerinin kuralların üstüne çıkmasına müsaade etmezler. Hakem olmanın kaidesi budur. Tarafgirliğini yenemeyip müsabaka esnasında takımlardan birini açıkça kollayan, kural ihlal eden, hatta kural değiştirip yeni kural koymaya kalkışan bir hakem spor ahlâkına (demokrasiye) aykırı davrandığında skandal meydana gelir. Böyle hadiseler çok nadiren cereyan ettiği için spor almanaklarına "sıradışı bir olay, tuhaf bir vaka" olarak kaydedilir; günümüzde böyle garip hadiseleri, diyelim sporcuların hakemi dövdüğü veya hakemin kaleye gol atmaya kalkıştığı tuhaflıkları internette sayısı gitgide çoğalan video sitelerinde seyrediyor, eğleniyoruz.

Şu an içinde yaşadığımız gariplikler silsilesi, tam tamına 'youtube'luk bir vakadır; gariptir, kuraldışıdır, görülmüş şey değildir; ne var ki bu maç, seyircilerin de sahaya davet edilmesi yüzünden artık sportif bir müsabaka olmaktan çıkıp kaba bir güç gösterisine dönüştüğü için, yukarda anlatmaya çalıştığım örnekte olduğu gibi henüz bazı şeyleri bütün netliği ile farkedemiyoruz.

Bizim artık bir müsabaka yönetmeliğine (anayasa) sahip olup olmadığımız tartışılır hale gelmiş bulunuyor çünkü 367 kişilik çoğunluk meselesi, müsabaka esnasında kural değiştirilmesi misâline tıpatıp uymaktadır. Hakem heyeti, müsabaka esnasında takımlardan birinin maçı kaybetmek üzere olduğunu farkedince alelacele kural değişikliğine gitmiş ve mağlupla galibin yerini değiştirmiştir. Daha fenası ise müsabakaya hariçten müdahale ederek kural değiştirenlerin seyirciler arasında gerilimi artırmaya çalışmasıdır. Centilmenliğe dayalı spor karşılaşmalarında âdet seyircinin seyirci, sporcunun da sporcu kimliği ile faaliyette yer almasıdır; seyircilerin ringe tırmanması, futbol sahasına girmesi, yüzme kulvarına atlaması sporun sona erdiği, yerine başka bir şeyin başladığına işaret eder.

Mahalle maçlarında bile, âdet gereği bir hakeme ihtiyaç duyulur.

İşte şimdi o noktadayız. Ümid etmeliyiz ki bu cinnet hali fazla uzun sürmez; saha temizlenir, hakemler müsabıklara yardım etmek veya çelme atmak yerine adaleti temin etmeyi hatırlar, sporcular da o hınçla birbirlerine faul yapmaktan vazgeçerler; centilmenlik yeniden tesis edilir, oyun yeniden kurallarına göre oynanır.

AVRUPA'DAN MEKTUP VAR: HERKESTEN HIZLI KOŞAN; AMA NEREYE GİTTİĞİNİ BİLMEYEN GURBETÃ‡İ TÜRK GENÇLERİ

Avrupa'da yaşamakta olan bir dostumdan acı, ibret dolu bir mektup aldım; yorum yapmadan size aktarıyorum çünkü yazılanların yoruma ihtiyacı yok:

Kıymetli Hocam,

(...) Geçen hafta Hollanda'ya ağabeyimi ziyarete gittim. İşyerine ulaştığımda ağabeyimin dükkanının önünde biriyle konuştuğunu farkettim. Selam sabahtan sonra sohbete ben de katıldım. Ağabeyimin konuştuğu kişi, 30 yaşlarında, zannederim Kayserili bir gençti. Türkçesi oldukça kıt ve bozuktu. Buna rağmen kimi zaman Türkçe ve bazen de ağabeyimin Hollandaca tercümanlığı yardımıyla konuştum bu gençle.

"Yahu bu nasıl iş, 3. kuşağın durumu bu kadar kötü mü?" demeye fırsat kalmadı ki abim, yahu oğlum dedi (tabii genç de duyuyor bu söylenenleri) 'bu çocuk sapık ve baş belası bir gangsterdi. İyi kötü 3-4 yıldan beri konuşa konuşa biraz düzeldi'. Çocuk da ağabeyimin söylediklerini tasdik ediyor bir taraftan. Sonra o genç aldı sözü: "Ben çok hızlı koşan biriyim. Başkasının 1 dakikada anladığı şeyi çok daha kısa sürede anlarım ama dedi benim 'informasyon' yok. Bana kimse birşey anlatmadı. Ne anam ne babam, ne başkası benimle şu an sizinle yaptığımız gibi sohbet etmedi! Mesela abi, böyle koşuyorum koşuyorum bir bakmışım ki epey bir yol gitmişim. Ama durup düşündüğümde oraya neden geldiğimi bilmiyorum; ya da belki başka bir yere gitmem gerekiyordu, onu da bilemiyorum."

Kendisine bir iki hadisten bahsetmek niyetiyle "Peygamberimiz demiş ki dediğim zaman birden heyecanlandı ve aynen şöyle söyledi,

-Hahhh işte, tamam abi... Ben peygamber diye birşey duydum. Başkası da söylemişti böyle bir şey ama kimdir bilmiyorum!

Şaka bir yana hocam, hakikaten belki de fazlaca duygusal oluşumdan o anda beni bir hüzün sarıverdi. Çocuğa dedim ki, "Ben sana bir kitap getireyim onu oku."

-Ama abi dedi, "Türkçe olursa anlamam." "Tamam" dedim. Hollandaca diliyle bulurum ben sana. Bir Kur'an temin edip kendisine verdim.

Gündüz cami yönetim kurulu başkanı iken akşam da içki sofralarında dolaşan bir ikinci kuşak var; hepsi böyle olmasa da büyük oranda durum böyle ve Diyanet İşleri, caminin sadece mekân kısmıyla ilgilenebilmiş (ki o da gecikmeli olarak) ve maalesef içeriği boş, dil bilmeyen ve oradaki toplumun algı dünyasına nüfuz etmekte zorlanan bir imam ve hatip kadrosu var. Sanırım şimdilerde artık dil bilme mecburiyeti de getirildi. İnşallah işe yarar ama şayet biraz daha geç kalırsak, artık bu kuşağın ıslahı neredeyse mümkün olamayacak bir sürece giriyor Türkler.

Türk dostlara bunlardan yakınırken şöyle ifade ettim meramımı: "4. kuşağa bir gün 'Türk müsün' diye sorduklarında, 'Bilmem, o ne ki?' diyebilir!"

Başınızı ağrıttığım için özür dilerim hocam ama paylaşmak istedim...