Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Devletimizin adı Türkiye Cumhuriyeti; kuruluşundan neredeyse 90 sene sonra bu ismin tartışma konusu hâline geleceğini herhâlde kimse tahmin edemezdi. İddialar, Türk kavramının etrafında yoğunlaşıyor; bazıları TC'nin, Türk etnik esasına dayalı bir topluluğun üniter devlet yapısı olduğunu ileri sürerek, başka köklerden gelen vatandaşların geriletildiğini belirtiyor ve Türk sıfatının, anayasal vatandaşlığın ismi olamayacağını söylüyorlar, “Türkiyeli” kelimesi buna göre daha munismiş; aralarında Anadolu ismini teklif edenler de var.

Ne gariptir ki bu itirazda bulunanlar, “Türkiye”de tarih itibariyle en geç kendini ifadeye başlayan ve harekete geçen milliyetçiliğin Türk milliyetçiliği olduğunu bilmiyor gibi davranıyorlar. Osmanlı Devleti milliyetçi cereyanların baskı altına aldığı ve neticede unufak ettiği en büyük Avrupa gücü oldu. Milliyetçilik cereyanı Avrupa'nın çehresini ve haritasını değiştirdi ama en büyük zararı, Osmanlı Devleti'ne dokundu. Avrupa'daki Hristiyan tebâ arasında yaygınlaşan Sırp, Rum, Bulgar, Arnavut, Ermeni milliyetçiliği, I. Cihan harbi esnasında Arap milliyetçiliği ile yeni bir boyut kazandı; aynı dine mensup bulunduğumuz Arapların, Osmanlı hilâfetine kılıç çekmesi içerde Türkçü cereyanları güçlendiren ve anlamlı kılan dramatik bir darbeydi (Kaldı ki milliyetçiler arasında Arap isyanının ‘içten vurucu' karakteri hâlâ hatırlanmakta ve dillendirilmektedir).

I. Dünya Savaşı'na girerken devletin adı Osmanlı idi; bu harpten yakayı sıyırabildiğimizde adımızı değiştirmiştik; artık Hilâfeti istemiyorduk, laik bir devlet olmuştuk; saltanatı reddetmiş Cumhuriyet'i benimsemiştik ve en dramatik değişme, devletin dayandığı temel felsefede olmuştu; artık bir imparatorluk filan değildik, kendi içine kapanmış ve kıvrılmış, hiçbir siyasi ve medeni emeli kalmamış sıradan bir bölge devleti idik ve adımız, günün modasına uygun olarak bir hanedan ismini değil, bir milletin ismini taşımalıydı: Yunanistan, Bulgaristan gibi, Fransa, İngiltere, Almanya gibi... Almanya'da Almanlar, Yunanistan'da Yunanlılar, İtalya'da İtalyanlar yaşıyordu; bizde ise artık Osmanlı diye bir şey kalmadığına göre Türkler olmalıydı.

BİR DUA; BİR TEMENNİ...

Cumhuriyet kurucuları Türklüğü bir iyiniyet temennisi, bir dua gibi telaffuz ettiler. Türklük ve Türk milleti gibi şeyler bir olguyu değil, olması gerekeni, temenniyi isimlendiriyordu. Batılı karşılıkları gibi modern bir anlam çerçevesi vardı Türklüğün. Almanlık, Rusluk, İngilizlik, Fransızlık nasıl sadece etnik kimliği değil, siyasi kimliği belirtiyorsa, Türklük de Türkiye'de yaşayanların siyasi kimlik ismi olacaktı ve günün birinde Türkiye'de her vatandaş, etnik aidiyeti farklı da olsa bir Türk milleti teşkil edecekti; bu insanlar arasında imtiyaz ve zümre farklılıkları olmayacaktı, kaynaşacaklar, ilerleme ve aydınlanma yolunda durmadan çalışacaklardı. Bu güzel bir duaydı ama içi lâyıkıyla doldurulamadı; Cumhuriyetin 90'ıncı yılı yaklaşırken hâlâ bir millet hâline gelebilmiş değiliz; bütünleşmekten uzağız. Türk ve Türklük kavramları da, kendilerine yöneltilen sert ve sivri suçlamaların darbesi ile sarsıldı, inancını kaybetti. Meselâ, hepimizi ilgilendiren bir çoğulluk zamiri olarak yeri geldiğinde “biz Türkler...” diye başlayan bir cümle kurarken bunun doğru olup olmadığını, itiraz edebilecekleri, bu hitabı hakaret sayabilecekleri de zihnimizde ölçüp biçtikten sonra çoğu zaman vazgeçiyoruz.

KELİME DOĞRU, TATBİKATI YANLIŞTI!

Oysa ki tâbirde kabahat yoktur; bizler elbette Türkleriz, “biz Türkler”iz. Vaktiyle bu temenninin lâzımeleri yerine getirilmediyse kavramın kabahati yoktur; kavram doğrudur ve bu kavram sabahtan akşama kadar düşünülüp bir gün içinde icat edilmiş uydurulmuş bir kavram da değildir. Türk kelimesi, son dört asırdan beri Avrupa'da siyasi bir kimliği ifade etmek için kullanılıyor, hattâ Osmanlılar zamanında bile bu böyleydi. Osmanlılar, devletler hukukuna göre Osmanlı tâbiyetinde idiler fakat medeni ve siyasi bir vasıf olarak “Türk” kelimesiyle tanınıyor ve remzediliyorlardı.

MEDENİ VE SİYASİ MANADA

TÜRK OLMAK

Türk kelimesinin neticede fiilen sadece etnik Türklere mahsus bir işaret derekesine indirilmesi kafa karıştırıcı, talihsiz ve lüzumsuz bir gayret oldu. Cumhuriyet'in ilk yıllarında uygulanan yanlış kültür ve kimlik politikaları sonucunda bazıları kendilerinin ne kadar yeni rejimden yana olduklarını vurgulamak için Osmanlılığı nefretle reddederek Türk soyundan geldiklerini öne çıkarmaya başladılar. Türkçülük edebiyatı böyle yükseldi ve en büyük zararı etnik Türklere değil, “Medeni ve siyasi mânâda Türkler”e dokundu. Medeni ve siyasi manada Türkler'in medeni ve siyasi birikimleri yeni rejim tarafından hoyratça hırpalanıp aşağılanırken onlara, tarihlerinin başka bir tarih, dillerinin aslında başka bir dil, hatta dinlerinin başka bir din olduğu haykırılıp durulmaktaydı. Kendilerine ait ve orijinal zannettikleri bütün değerleri taklitti, değersizdi: Arabındı, Rumundu, Bizansındı, Acemindi...

Bazı Türkler, Türklük namına diğer bazı Türkleri, onları Türk yapan şeylerden soğutmak için koca koca ıslahatlar, reformlar, kültür devrimleri yapıp durmaktaydılar. Türkler şaşkındı, başlarına gelenin ne olduğunu anlamak için uzun yıllar beklemeleri gerekecekti.

Medeni ve siyasi bir kimlik olarak Türk sayılması gerekenler, gerçekte, yani etnik mânâda ne kadar Türk sayılırlar sorusunun cevabı son derece kolaydır çünkü bu sual mânâsızdır: Onlar etnik mânâda Türk olabilecekleri gibi aynı ihtimal derecesinde Hristiyan, Rum, Arap, Kürt veya Kuzey Afrikalı olabilirler. Bu kadar farklı unsuru, dinî inancı, mezhebi, etnisiteyi bir araya getiren şey bu farklılıkları taşıyan insanların medeni ve siyasi çerçevede bir ortaklık geliştirmiş olmalarıdır; onlar geleceğe yanyana ve bir arada bakabilen insanlardır; biraz eskimiş bir tabirle onlar dünün Osmanlıları, bugünün Türkleridir.

Yeni devletin adı doğrudur, isabetlidir, olması gerekendir fakat bu devletin toplum ve yönetim anlayışı, ismi kadar isabetli olamadı. Cumhuriyetin kurucuları, kaç savaş artakalan yorgun, isteksiz ve medeni inancını kaybetmiş bir kalabalığı yoğurup yeni bir millet yapmak istemişlerdi. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde egemen devletlerin böyle sosyolojik fanteziler kurmasına kimsenin (Uluslararası aile) aldırış ettiği yoktu. Türkiye'de tek parti idaresi altında yeni bir toplum oluşturulması için yüksek basınç politikası takib edildi; başarılı olmadı. Türkiye'nin Kürtleri üçü çok geniş çapta irili ufaklı isyanlar çıkardılar, toplumsal bütünleşmemizi başaramadık. Kürtler kendilerini oyundan dışlanmış hissettiler; onları temin edemedik. Onların gönül kırgınlığı, “Bakın her alanda yanyana beraber değil miyiz?” gibi ikna çabalarını da tesirsiz bırakmış görünüyor. İşte bu hâletle, Cumhuriyet'in anayasalarında birbirine benzer cümlelerle tekrar edilegelen, “Devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür” veya 1924 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'ndaki kapsamlı ifadeyle, “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlak olunur” (88. madde) şeklindeki formülasyonlar doğru anlaşılmak bir yana, başlıca ihtilâf sebebi hâline geldi.

KÜRT SÖZCÜLERİ ŞÖYLE BİR

JEST YAPSA...

Hâlbuki bu ifadeler, neredeyse bağıra-çağıra Türk olmayı, hukuki bir çerçeve içine koyuyor; etnik gönderme yapmaktan titizlikle çekiniyor; Kürtler, anayasanın herkesi Türk ilan eden kolaycılığına öfke duyuyorlar, hayır diyorlar.

Kürtlerin mâkul itirazları, mâkul olmayan nokta-i nazarlarla karıştırılmamalı. Demokratik açılım sürecinde en ziyade dikkat edilmesi gereken incelik buradadır, haklılık hissiyle talepler listesinin “nâhak” olana kadar genişletilmesi, haklı sebeplerin meşruluğunu da gölgeleyebilir.

Medeni ve siyasi mânâda Türk olmakla, anayasal mânâda Türk sayılmak birbirinden farklı şeylerdir; bu inceliği herkesten evvel Kürt toplum sözcülerinin fark ederek dillendirmesi, doğrusu çok güzel bir jest olurdu.