Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Sinemaya gitmek külfetine pek katlanmadığım için gazetelerin çok bahsettiği filmleri soğutarak seyrediyorum. Haçlı Seferleri esnasında Kudüs'ün Latin egemenliğinde bulunduğu yıllarda geçen Cennetin Krallığı filmini seyretmek, bende o dönem hakkında daha etraflı okumalarda bulunmak ihtiyacını uyandırdı. Sinema filmleri, diğer sanat eserleri gibi tarihi gerçeklere bire bir uymak zorunda değil; bu yüzden hikâyede geçenleri yerli yerine oturtmak için o konuda tarihi kaynakları gözden geçirmek bazen kaçınılmaz oluyor; böyle kaçınılmazlıklara can kurban. Böylece tarih, merak edilir bir konu haline geliyor ve en kalıcı bilgilerimizi, aslını merak ederek öğrendiğimiz şeyler teşkil ediyor.

Evvela ansiklopedik mahiyette özet bilgileri gözden geçirdim, yetmedi, bu defa Haçlı Seferlerinin en fiili muhatabı durumunda bulunan Anadolu Selçukluları'nın ahvalini merak ettim ve okumaya devam ettikçe bir yığın şaşırtıcı ve zihin kışkırtıcı ayrıntı ile karşılaştım. Mesela İzmir'in Malazgird'den sadece iki yıl sonra 1081'de Selçuklu hakimiyetine geçmesi çok ilginç göründü bana. Türk denizciliğinin atası diye bilinen Çaka Bey'in Bizans Sarayı'nda geçirdiği yıllar zarfında Yunan kültürü hakkında etraflı bilgi edinmesi ve Osman Turan hocamızın tabiriyle 'Homiros'tan parçalar okuduğuna dair kayıtlar'ın bulunmasına siz şaşırmaz mıydınız? Yeri gelmişken, biraz fazlaca gayret-i milliye ile kaleme alınmış olmasına rağmen Osman Turan'ın "Selçuklular Zamanında Türkiye" isimli eserinin en derli toplu müracaat eseri olduğunu söyleyebilirim.

"Tarihimizi bilmiyoruz" sözünü ne çok duymuşuzdur. Tarihte nelerin olup bittiğinin hakikatine erişmek mânâsında tarihin bilinemezliği felsefi bir tartışma konusu; bunun ötesinde o çok tekrarlanan "tarihimizi bilmiyoruz" sözü okul kitaplarında anlatılan tarih bilgisinden mahrum olmak mânâsına geliyor; bu söze ilâve etmek istediğim mânâ katmanı ise, bildiğimizi zannettiğimiz tarih bilgisinin bile, esasen mukayeseli tarih bilgisinden mahrum olduğu için çoğu kere bir şey ifade etmediği merkezindedir.

Selçuklu tarihi okumaları esnasında hemen farkedilebilen önemli bir olguyla karşılaşıyoruz: Miladın 11. ve 12. asrı, aslında bugün içinde bulunduğumuz modern zamanlardan hiç de farklı değil; en azından Anadolu'da merkezi karaktere sahip bir siyasi iktidar kurmak bakımından geçen asırların bölgeye sükûnet getirdiğini söylemek kolay sayılmaz. Selçuklular Anadolu'ya enerjik bir askeri kuvvetle giriyorlar, teşkilatlanma kabiliyetleri de yüksektir ama 11. asrın hükümranlık modelinin tesirinden bir türlü kurtulamıyorlar: Selçuklu dediğimiz güç, aslında yanyana duran ve karşıdan bakılınca aynı kuvvetmiş gibi görünen çok parçalı bir iktidar (beylik) yapısına sahiptir. Kağıt üstünde birleşmek lüzumunu kabul eden yöneticiler, kısa süreli güç ittifaklarına rağmen kolayca kendi beylik kimliklerine dönüveriyorlar. Ben bu vakıayı, -modern zamanların kurumlarına tahvil etmek caizse- biraz da günümüzün siyasi partilerine benzetmekten kendimi alamadım. Beyliklerden (veya siyasi partilerden) biri, sahici bir birliğin uzlaşma ve müzakere ile değil, ancak güç kullanarak, yani diğer beylikleri askeri bakımdan caydırarak temin edilebileceğini biliyor. Bu hedefe zaman zaman yaklaşılmasına rağmen Türkmen beylikleri arasındaki rekabet her defasında galebe ediyor. Bu tabloya Türkmen toplulukları dışındaki diğer faktörleri de ilave etmek lazım. Özellikle Doğu Anadolu'da tam hükümet şeklini alamamış Ermeni prenslikleri ve Kürt aşiretleri arasında yerleşmek ve ayakta kalmak, neredeyse dört asır boyunca Anadolu siyasetini istikrarsızlaştıran bir tesir yapıyor; orta ve batı Anadolu'da ise gel-git akıntısı gibi Marmara çevresine doğru büzülen ve yeniden Anadolu'ya yayılma eğilimi gösteren Bizans realitesini hep hesapta tutmak gerekiyor. 11. asrın sonlarında başlayan ve üç asır devam eden Haçlı akınları ise Anadolu'yu istikrarsızlaştıran çok önemli değişken faktörler arasındadır. Ve nihayet 13. asırda Anadolu'ya giren Moğol askeri gücü, Selçuklu beyliklerinin nasıl kaygan bir zeminde kalıcı olmaya çabaladıklarını anlamak bakımından çok önemlidir. Bu siyasi kaosun sonraki asırlara yansıyan sûreti çok ilgi çekici sonuçlarla karşı karşıya bırakıyor bizi:

Osmanlılar 16. yüzyıl başlarındaki sınırları itibariyle bir Balkan devletiydi; sınırları batıda Bosna'ya, kuzeyde Baserabya'ya (yani Romanya'nın kuzeyi) ulaşmışken doğuda henüz bugünkü Anadolu hudutlarındaydı. Tabiatıyla Hıristiyan nüfus, devletin tebası içinde mühim bir topluluk teşkil ediyordu. Bu bilgiler, lise seviyesinde tarih okuyan herkesin gözünün önünde duran ama anlam çerçevesine yeterince oturmayan türden bir olguyu işaretliyor; şudur: Evvelâ Osmanlı Devleti, enerjik zamanlarında Anadolu'ya yani Bizans'ın doğusuna doğru değil, batıya yani Balkanlara ve orta Avrupa'ya doğru yönelmeyi daha âkılâne bulmuşlardır ve esasen devrin jeopolitiği de bu istikamette hareketi kolaylaştırmıştı.

Saniyen XX. Yüzyıl mantığı ve kavramlarıyla izah etmek gerekirse Osmanlılar'ın, bugünün Avrupa Birliği'ne benzer tarzda bir "Osmanlı Birliği" tesis ettiklerini fark ederiz. XVI. yüzyılda en geniş hudutlarına ulaşan Osmanlı Devleti'nin haritalarını göz önüne getiriniz; bu harita bir "birlik" haritasıdır; modern anlamda bir 'ulus devlet'in hükümranlık sınırlarını göstermez; orada imtiyazlı eyaletler, tâbi prenslikler, aşiretler, klanlar ve krallıklar yanında herbiri ayrı idari istisnalarla donatılmış yönetim şekillerinden oluşan farklı bir idari üslup göze çarpar. Tarih boyunca bir Müslüman topluluğun kurduğu, koruduğu ve gözettiği en geniş çaplı ve farklı özellikler sergileyen idari organizasyon budur. Kaynaklarda hep "imparatorluk" şeklinde zikredilmesi, onun esasında AB benzeri bir "birlik" olduğu fikrini gölgeliyor. Tam tamına "Osmanlılar'ın tesis ettiği sulh ve selâmet düzeni" fikrini ifade eden Pax Ottomana kavramı, Osmanlılar'ın tesisine muvaffak oldukları siyasi birliği de vurgulamaktadır. Bu birlik, I. Dünya Savaşı sonunda Batılı güçler tarafından coğrafi ve politik açıdan neredeyse çaprazlama usulü ile budanarak çok enerji ve kaynak soğuran bir yapıya dönüştürüldü. Şimdi bu krizi bu defa Avrupa'nın birliğine girerek aşmaya çalışmamız çok ilginç bir tecellidir.

Tarihin tekerrür ettiğini düşünmemiz, Mehmed Akif merhûmun işaret ettiği üzre onun hakkında yeterince teemmül etmediğimizi işaret eder.