Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

"Hayatı yaşanılır kılan, birbiri içine geçmiş küçük zaferler ve mağlubiyetlerle sürüp gitmesi; galip gelmek önemliyse, mağlubiyetlerde bile zafer rayihâsı bulabiliriz. Hayatınızda mağlubiyetlerin daha çok yer tuttuğunu düşünüyorsanız, mağlubiyetin kimyâsı üzerinde düşünmenin tam vaktidir." Meşhur efsânedir; Hannibal seri halde zaferler kazandığı bir esnada, komutanlarından biriyle hasbıhal etmekte;

komutan diyor ki, "Hannibal, düşmanlarını yeniyorsun ama kazanmayı bilmiyorsun!". Bu hikâyeyi duyduğumda yenmek ve kazanmak arasındaki farkı anlayabilmek için bir süre düşündüm; ne olabilirdi ki? Sonunda her türlü galebenin, mağluplar üzerinde yaptığı yıkıntı tesirinden ziyade, galiplere verdiği gurur ve sarhoşluğun üstesinden gelmek noktasında hazım gerektirdiğini farkedebildim. Öyleyse galip, mücadeleyi kazanan değil, mücadele sona erdikten sonra bile erdemli kalmayı bilebilen olacaktır.

Yenilmek üzerinde duralım; ortalama kanaat galebenin kaybetmekten daha iyi olduğu noktasında ittifak eder ama eğer asıl başarı, galiple mağlubun belli olduğu andan sonraki ruh haleti ve azim üzerinden değerlendirilecekse "iyi"yi tarif için acele etmemek gerekiyor.

Galibiyet hiçbir şeydir; galebe halini taçlandıran şey, galibiyetten sonra olumlu insanî değerlerin muhafazası ve ayakta tutulması için gösterilen kararlılık ve sebatta aranmalıdır.

Mağlubiyetler de lezizdir

Geçen hafta mahalli seçimler yapıldı; seçimin galibiyle mağlubunu aritmetik bilen herkes kabaca ve kolaylıkla hesaplayabilir; tehlike ise en çok kolaylıklarda gizlenmeyi sever; galiplerin zafer sevinciyle gururlanması, mağlupların hezimet duygusuyla hemen kendisine acımaya başlaması en kolay ve beklenen en tabii gelişme. Galibiyet ve mağlupluk bildiren bu gibi dramatik göstergeler, yaşanan o "an"la ilgili; halbuki gündelik hayat, "an"lara takılmadan sürüp gidiyor. Bir siyasi parti için hakiki mağlubiyet, sandık sonuçlarından daha ötede bir şeydir; o partiyi anlamlı bir bütün haline getiren değerlerdir, o değerler için verilen mücadele azmini korumaktır ve belki de "birlikte siyaset" yapmanın lezzetidir; doğruda ısrardır. Eğer siyaset kalıcı değerler üzerinden yapılmakta ise "anlık" sonuçlara bakıp kötümserleşmek gerekmez. Tam aksine mağlubiyetler bana, başarının ardından doğan kof böbürlenme havasından daha pozitif heyecanlar doğurması bakımından daha yapıcı gibi görünüyor.

Bu noktadan bakılınca mağlubiyetlerde bile bir lezzet bulmak mümkün.

Rövanşizm hissini öldürmek doğru mu?

Modern hayat, gündelik oyunlar üzerine kurularak kendini devam ettiriyor; piyangolar, at yarışları, lotolar, çekiliş kampanyaları, bilgi yarışmaları ve haftalık spor müsabakaları insanları, biri bittikçe diğeri başlayan oyunlarda tazelenmeye çağırıyor; lotoda kaybettiyseniz at yarışında kazanabilirsiniz; piyango biletinizde ikramiye kazanamadıysanız hafta sonu maçlarında tuttuğunuz takımın galibiyetiyle teselli bulabilirsiniz. Bu, oyalayıcı ve kendini tekrar ederek meşruluk kazanan bir kurgu. Avrupa çapında kazanılan futbol başarılarından sonra gemlenemeyen sokak gösterilerinde kaç türlü yenilginin acısı çıkmaktadır acaba? Belki de kazananın az, kaybedenin çok olduğu lotaryacılık sektörü, insanlarda bu tür rövanşist (intikamcı) tepkiler gelişmesine yol açıyordur. Bu endüstri, gerçek kayıp ve kazanç duygusunu körelttiği için tehlikeli.

Mağlubiyetin tadını çıkarmak!

Madem ki gündelik hayatta maruz kaldığımız yenilgiler, galibiyetten daha fazla, öyleyse mağlupluk psikolojisini üretkenliğe dönüştürecek bir zihin yapısıyla zırhlanmak gerekiyor. "Olayları değiştiremediğiniz zaman, o olayları değerlendirdiğiniz bakış açısını değiştirmeyi denemelisiniz" diyen düşünürü ciddiye almanın vaktidir. Herşeyden önce kendi zihnimizde mağlubiyet, galibiyet gibi kavramların tabiatını gözden geçirerek işe başlayabiliriz. Yenilgi sandığımız bir dramatik durum, belki de kazanılabilecek bir mücadelenin küçük bir safhasından başka bir şey değildir; veya küçük başarılarla avunup zihni yoğunluğu gevşetmek, daha etraflı ve çaplı üstünlüklerin farkedilmesini engelleyebilir. Hepsi mümkün ama daha önemlisi, gerçek bir mağlubiyet hâlini bütün sonuçlarıyla kabullenecek kafa selâmetine erişebilmektir. "Yenildim çünkü kazananlar kadar gayret göstermedim" cümlesi mânidar bir çıkış noktası olabilir; kezâ, "kazanabilirdim de ama mağlup oldum ve kendimi hâlâ iyi hissediyorum" düşüncesindeki "iç barışıklığı"na da dikkat etmek gerek.

Bizde hep galibiyetler kutlanır; mağlubiyetlerin de kutlanabileceği bir iç barışıklığına erişmek hiç de anormallik sayılmamalıdır çünkü mağluplar için kazanma şansı hâlâ önlerinde durmaktadır. Mağlubiyetlerin bile tadını çıkarmalıdır ve mağlubiyetini kutlayan birisi, en azından kendinde "oyun" fikrini oyunlaştırdığı için asla mağlup edilemeyen bir zihin metânetine erişmiş olacaktır.

Haydii, limonatacı geldii!..

Kabul etmeliyiz ki, mağlubiyetlerden sinerji üretmek için biraz sıradışı olmak gerekiyor; tarif etmeye çalıştığımız mânâda iç barışıklığına sahip kaç kişi tanırsınız ve kendinizi onlardan birisi sayabilir misiniz? Evet, mağlupluk hiç de güzel bir his değildir ve onda kutlamaya değer bir olumluluk izi görenlerin normalliğinden şüphelenmek tabii sayılmalıdır. Pedagoji üzerine yazdığı kitaplarıyla tanınan Dale Carnegie"den okumuştum; diyor ki: "Talaş biçilmez"; öyleyse talaşı olduğu gibi kabul ederek onu yeniden biçilebilir bir fikr-i sabit haline getirmemek gerekir. Önlenemez bir mağlubiyetin, hayatımızı karartmasına izin mi vermeliyiz? Bir başka vecizesi daha var Carnegie"nin, "Hayat size bir limon sunmuş ise, ondan limonata yapmasını denemelisiniz!" Evet, Amerikan pragmatizmini iyi aksettiren, iyimser bir bakış açısı bu ama, bugüne kadar hiç denemediğimiz tarzda, yeni bir "mağlubiyet kültürü" inşa etmek için bu cümleden de yola çıkmak mümkün.

Mağlubiyetle galibiyeti aynı derecede önemsiz, sıradan ve farkedilmez bulan bir ruh irtifâından bahsetmiyorum; öyle bir irtifâ vardır ama biz sıradanlara hitab etmez; güzîdelere mahsus bir fasl-ı diğerdir. Mağlubiyetleri, "tadını çıkararak" aşmak ise, isteyen her kişinin harcı bana göre.

Ne dersiniz, denemeye değer mi?