Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Ülkemizde siyâsî mücadele artık zihin selâmetini tehdit edecek boyutlara kadar taştı. Siyâsetin bu derece ana mecraından dışarı çıkması, üretilen siyâsetin kalitesini de gizleyen bir vazife görüyor.

Bu herc ü merc içinde zihin selâmetini temin ve idare eden bütün temel mefhumlar birbirine karıştı. Böyle bir vasat içinde kelimeler, fikirler ve siyâsetler değil tavırlar öne çıkıyor; tavırlar içinde en belirgin olanı ise güç gösterisi. Bugünün Türkiyesi'nde herkesin üzerinde kolayca ittifak ve tabii itaat edebildiği yegâne tavır kaldı: Güç!

Nezaket, teamül, an'ane, kanun, anayasa, yargının üstünlüğü ve bağımsızlığı, Kopenhag kriterleri, çağdaşlık nâmına ne kadar —müşterek olduğunu sandığımız— değer varsa yerle bir.

Her gün yüzlerce fikir, siyaset ve ilim adamı doğan yeni günü, zihin selâmeti temeli üzerinde karşılamak için memleket gündemine eğiliyor; ne var ki şirâzesi dağılmış bir değerler manzûmesi karmaşası içinde değil olup biteni değerlendirmek, zihin sağlığını muhafaza edebilmek bile güçleşiyor.

Geçen hafta Cumhurbaşkanı Demirel, bir basın toplantısında 28 Şubat sürecinin devam ettiği, irticâın henüz kollektif bir tehlike olmaktan çıkmadığı mealinde bir beyanda bulundu. Muhtevâsında itiraz hakkımızı saklı tutmak kaydıyla irticâın kamu hayatı için bir tehdid teşkil ettiğini kabul edenlerdenim. Ne var ki eğer irtica, Türkiye'de kamu düzenini tehdit ettiği için Silahlı Kuvvetlerin siyâset dayatmasını gerektirecek ölçüde bir tehlike ise aynı hassasiyetin başka tehdidler üzerine yoğunlaşmasını da istemek hakkına sahibiz. Meselâ bugün Türkiye'de en geniş mânâsıyla "hırsızlık ve yolsuzluk" kamu nizamını tehdid eden, devletin geleceğini tehlikeye koyan ve zaten kıt iktisâdî kaynaklarımızın insafsızca sömürülmesine sebep olan bir ârızadır. Keşke, Silahlı Kuvvetler de dahil olmak üzere bütün devlet kuruluşları, hırsızlığa karşı 28 Şubat benzeri bir kararlılık siyaseti uygulamaya koyabilseydi diye düşünüyorum.

Meseleye halk katından bakıldığında "devletin malı deniz..." tâbiriyle özetlenebilecek yaygın hırsızlığın, kamu nizamını kemirmekte irticâdan hiç de altta kalır tarafı olmadığı görülecektir. Meselâ bizzat yüksek hâkimler ve hukuk adamları tarafından dile getirilen adalet cihazının yıpranmışlığı, halk nazarında devlet nizamını tahriş eden bir vâkıadır; öyleyse niçin "mülk"ün temeli olan adaletin bir an evvel ıslahı için 28 Şubat benzeri bir uygulamaya gidilmiyor? Kezâ Personel rejimindeki an'anevi lâgarlık, para politikalarındaki ittiratsızlık, eğitim kalitesindeki düşüklük, trafik düzeninin perişanlığı, kronik bütçe kifâyetsizlikleri, neredeyse sosyal patlama safhasına gelmiş olan işsizlik gibi daha nice problemimiz var ki hiç değilse irticâ ve bölücülük kadar devletin itibarını sarsan ve halkla devlet arasındaki mesafeyi uçurumlaştıran bir tehdid olarak gözönünde duruyorlar.

Sayın Cumhurbaşkanı, kendince haklı gerekçelerle savunduğu 28 Şubat sürecinin benzerlerini, niçin aynı dirayet ve kararlılıkla hırsızlık, bütçe kifâyetsizliği, işsizlik, eğitimsizlik gibi "tehdid" konularında da uygulamaya koymuyor? Aynı mantığın izini sürmeye devam edelim: Devlete karşı işlenen "ihanet" suçları en ağır şekilde cezalandırılır; âdettir. Ama netice itibariyle aptallık, ihanet cürmünden daha ağır hasar tablolarına da yol açabilir; öyleyse niçin devlete karşı işlenen "aptallık" cürmü aynı kararlılıkla koğuşturulmaz?

Tamam, itirazınızı kabul ediyorum; "aptallığın" öyle kolayca teşhis edilebilecek bir kriteri olmayabilir ama kabul etmelisiniz ki "Takrir—i Sükûn Kanunu"na benzer bir keyfi kriter koymadıkça irticâ, bölücük, ihânet gibi tehdidleri sağlam kriterlere bağlamak da o kadar kolay olmayacaktır. Dört yıl sonra Avrupa Birliği'ne girmeyi hayâl ediyoruz; AB'nin iç hukuku etkilemesi kaçınılmaz kriterleri yarın cârî olduğunda bugüne kadar iktidar seçkinlerine kafa konforu temin eden bütün o eski kriterler fersûde olacak, o zaman ne yapacağız? Avrupa Birliği'ne üye bir Batı Avrupa ülkesine, bugün iç hukukumuzda cârî olan tehdid kavramlarını ihraç ettiğinizi düşününüz; durumun garâbeti o zaman anlaşılacaktır.

Bu yazı muvacehesinde sürdürülen mantığın tutarlılığında ısrar etmiyorum; bu mantığa karşı yürütülecek ve neticede haklılığı teslim edilecek her itiraz, halen yürürlükte olan devlet mantığını da aynı derecede zayıflatmayacak mıdır?

İşte "zihin selâmeti", hatta "zihin sağlığı"ndan yakınırken kasdettiğim bu!