Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Geçenlerde bir ahbapla konuşuyor, daha doğrusu ahvalden şikayetleniyorduk. Dedim ki;

-İçinde yaşadığımız zamanlar, sıradan günler değil. Türkiye tarihinin makas değiştirdiği bir yol çatağındayız; önemli bir âna şahitlik ediyoruz.

Dostum itiraz etti, “Ben, delikanlılık çağına erişip de siyasi gelişmelere ilgi duyalı beri bu sözü işitir dururum; bize hep olağanüstü zamanlar yaşadığımız anlatıldı, yeni gelişmelerden söz edilerek yaşadığımız krizlerin mâzur görülmesi lüzumundan bahsedildi; dolayısıyla bu tesbitine katılmıyorum.

Arkadaşımla yaşıt olmasak bile çağdaşız, söylediklerinde haklılık payı olup olmadığını düşündüm...


Bu sene, 27 Mayıs darbesinin 50. yılı. Henüz okuma-yazmayı söktüğümüz sene Türkiye’nin siyaset geleneğini sarsan, kurumlar arası dengelerini bozan bir darbeyle yüz yüze gelmiştik. Darbeyi takip eden yirmi yıl, siyasi fikirler bakımından çok hareketli ama pek az bereketli zamanlardı. İnsani sosyalizmden ihtilâlci Leninizm’e, hatta Stalinizm’e kadar sol fikriyatın bütün renkleriyle tanıştık; ona tepki olarak gelişen sağ fikriyat kendi içinde düpedüz Faşizm’den demokratik ve kültürel milliyetçiliğe, muhafazakârlığa uzanan muğlak bir yelpaze içinde etkisini gösterdi. Mutedil dindarların rahat bırakılma talebinden başlayarak, düzeni silah zoruyla yıkıp yerine İslâmcı bir dikta idaresini teklif eden radikal İslamcı cereyanlar kendine taraftar buldu. Türkiye, o daracık ışık aralığından dünyanın bü tün siyasi reçeteleriyle tanışırken bir tarafta iç göç bütün hışmıyla hükmünü icra etmekteydi. Köyler kendi dışına doğru büyük göç veriyordu ve 90’lı yıllardan sonra bu akım, köylerin resmen boşalmasına doğru gidecekti. Neolitik dönemden yani 9 bin sene öncesinde tarımın başladığı dönemden bu yana Anadolu’da ilk defa tarım toprakları boşalıyor, köyler şehirlerde toplanıyordu. Nüfusumuz artıyordu ve kronik işsizlik sıkıntısı çekiyorduk. Komşularımızla kavgalıydık ve hemen hepsinden tedirginlik duyuyorduk ve böylece Türkiye’de askerî vesayet rejimi görünmez hale gelebiliyordu: Büyük ve güçlü bir orduyu ayakta tutmak zorundaydık. Rejim sık sık askerî müdahalelerle kesintiye uğruyor ama müdahaleler toplumun büyük çoğunluğu tarafından, “Yapılması gerekli, hatta gecikmiş şeyler” olarak değer kazanıyordu. 80’li yıllardan itibaren Kürt meselesinde önderliği PKK Hareketi’nin üstlenmesi, gerçek sıkıntılarımızı daha da görünmez hale getirdi. Ordu, bölücü terörle savaştığı için “en güvenilir kurum” sıralamasında ilk sıraya yükseldi. Bu esnada ekonomik rejimimiz ithal ikâmeci ve dünyaya kapalı görüntüsünden sıyrılarak rekabetçi ve dünyaya açık bir düzleme yöneldi. Yine bu esnada 1980 darbesiyle sarsılan ama 1989 yılında Sovyet Bloku’nun ani çöküşüyle şaşkınlığa uğrayan sol akımlar, Türkiye’de büyük itibar ve özgüven kaybına uğruyordu. Solun bıraktığı boşluğa önceleri pek cılız bir temsille yerleşen liberal akımlar son on beş sene içinde güçlendi ve sol intelijansiyanın ağırlığını devraldı.


Biz değişirken dünyanın genel iktisadi ve siyasi dengeleri de değişti; son yirmi yılda netleşen Avrupa Birliği projesi yeni bir güç olarak yükselirken, ABD, eski dünyadaki prestij kaybını Irak ve Afganistan’da doğrudan askerî eylemlerde bulunup bölgede kalıcılığını vurgulayarak telafi etmeye çalıştı. Sovyet Bloku’nun dağılması, Kafkasya bölgesini istikrarsızlığa sürükledi. Son yıllarda Rusya Federasyonu, “Çarlık” zamanlarını hatırlatır bir ivmeyle toparlanmaya çalışırken Çin, geleneksel komünizmini en vahşi cinsinden bir kapitalist uygulama ile harmanlayarak yeni bir güç olarak ortaya çıktı.

Böyle bir genel tablo içinde Türkiye bugün kendi istikrarını arıyor. Bu arayış önce “Komşularla sıfır problem” siyasetiyle başladı; Türkiye’nin ön Asya’da istikrar içinde olması gereken devasa bir “enerji vanası” rolü üstlenmesiyle pekişti. Güney komşumuzu işgal eden ABD orduları çekilme hazırlığına girişti ve 2001 krizinde midesine yumruk yemiş gibi yere serilen Türk ekonomisi, bankacılık sektöründe aldığı akıllı tedbirler sebebiyle son global krizi az zararla atlatmayı bildi.

Bunlar elbette olağanüstü gelişmelerdir ve ağaçların arasında iken ormanın bütününü görmek elbette kolay değildir.


Şimdi bu genel manzarayı, “Türkiye’de dinciler devleti ele geçirmek, Atatürk’ün miras bıraktığı Cumhuriyet’i yıkmak istiyorlar; tez elden birileri bir şey yapmazsa yarın çok geç olabilir” şeklinde okuyan azlık ama etkili bir muhalefet topluluğunun gerginlik yaratma siyaseti sebebiyle önemli bir iç huzursuzluk yaşıyoruz.

Durum o kadar dramatik değil elbette. Atatürk’ün miras bıraktığı Cumhuriyet, dünkünden daha güçlü ve sağlıklı ama elbette 1938 yılının Cumhuriyeti değil; değişti, büyüdü, serpildi, güçlendi ve özgüvenini kazandı; işin en önemlisi bu cumhuriyet artık otokratik, oligarşik ve bürokratik bir yapıdan sıyrılarak demokratik bir nitelik edinmeye başladı ki, Atatürk’ün Cumhuriyeti’ne, 21. yüzyılda yapılacak en değerli ve anlamlı katkı, kanaatimce budur.

Demokratik cumhuriyetle askerî vesayet rejimi uyuşmuyor; askerî vesayetin tasfiye edilmesi gerek. Askerler ve oligarşik zümre iktidarları üzerinden siyaset ve ticaret yaparak sistemde hak iddia edenler, kendilerince haklı sebeplerle itiraz ediyorlar; “Siz orduyu zayıflatıyorsunuz, masum insanları uydurma gerekçelerle hapsederek sivil dikta yapmak istiyorsunuz” gerekçesini ileri sürüyorlar.

Doğruyu söylemek lazım gelirse, söyleyebilecekleri bundan fazla bir gerekçe yok; onca yıllardan beri monarşiye benzer zümre dayanışması içinde devletin uç noktalarında hiç risk üstlenmeden iktidar sürenler, elbette imtiyazlarını kaybedince centilmence davranmayacaklardır; kaldı ki centilmence davranmak yerine statükodan nemâlanan zümrelerin, yer yer insafsız ve kanlı direniş planları yaptıkları da anlaşılıyor; açığa çıkan planlar vahim, utanç verici...


Askerî vesayet rejiminin sona erdirilmesi orduyu zayıflatmak yerine daha güçlendirecek fakat dış düşmanlara karşı caydırıcı bir silahlı güç olarak; Türkiye’nin iç siyasetinde etkili olmaya alışmış ve öyle davranmakta beis görmeyen askerî geleneklerin terk edilmesi gerekiyor. Siyasetle içli-dışlı durmaya alışkın bir ordunun yüksek muharebe ve caydırıcılık vasıfları taşıması imkansız. Ordu, bütün dikkatini asli görevine teksif edince, ordunun geleneksel müttefikleri de asli fonksiyonlarına dönmek zorunda kalacaklar; bu fonksiyon siyasi muhalefetin ortadan kalkması değil, anayasal çerçevesine çekilmesidir. Yüksek yargıyla, orduyla gereğinden fazla samimi ilişkiler geliştirmiş bir siyasi muhalefetin neredeyse yarım asırdan beri kendisine bile hayrı olmadığını fark etmek gerekiyor. Statüko muhafızlığı yapmakla CHP’nin ülkeye verdiği zarar, gerçek bir siyasi muhalefet geleneği geliştirmekte gösterdiği tembellikten daha büyük değil. CHP, Türkiye’nin ana muhalefet partisi ve parlamenter muhalefet yapmak yerine, parlamento dışı ortaklarının adli ve askerî gücünü kötüye kullanarak demokrasinin kurumlaşmasını engellemiş oluyor.

Bu günlerin kritik değeri, sonraki zamanlarda daha net anlaşılacak; inşallah bu sancılı dönemi huzur ve istikrarımızı güçlendirerek atlatırız.