Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

"28 Şubat sürecinde rejim gerçekten ağır bir irticâi tehdit altında mıydı?" sorusuna doğru dürüst cevap vermek, 28 Şubat'ı tarihteki gerçek yerine oturtmak anlamına gelir.

Dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya'nın o günlerde Taha Akyol'a, "RP kapatılırsa irticanın nelere kalkıştığını görürsünüz" şeklinde konuşması bu açıdan çok mânidar. Taha Akyol, dünkü yazısında "derin bir endişe ile beklenen irticai ayaklanmalar hiç olmadı" tespitinde bulunuyor. Olmayacağını görmek için sosyal bilimlerin Türkiye pratiği birikimine sahip olmak yeterliydi ama 28 Şubat'ın ruhu, irticanın ayaklanacağı, devleti ele geçireceği hesabından güç alıyordu.

"Basit bir öngörü hatası" yapılabilir ama devletin çok ciddi kurumları, çok önemli ve üstelik fazlaca ihtisas bilgisi gerektirmeyen konularda yanılmamalıdır, zira bu hata neticede, "devlet toplumunu tanımıyor" biçiminde okunacak ve yorumlanacaktır.

Muhtemel bir "vaktinde tedbir almasaydık irticai ayaklanma olurdu" bahanesini tartışalım. Devrin başbakanına Ankara'nın göbeğinde inecek helikopter pisti bırakmayan, korumalarını nizamiye kapılarında ekarte eden, basına açık toplantılarda yüzüne karşı en ağır imalarla dolu laflar sarfından çekinmeyen, devrin içişleri bakanına çok çirkin tehditler savurmaktan kaçınmayan ve eğer doğruysa en üst amirinin yakasını destekleyecek kadar fevrileşebilen bir üslubun kendisine bir meşruiyet sebebi bulması gerekirdi elbette. Sual şu; meşruiyet gerekçesi asılsız ise, yapılan eylemlerin bugüne akseden anlamı nedir?

Tanımadığınız bir toplumu nasıl yönetebilirsiniz: Cevap, "ancak böyle"dir. Defalarca bizim devletin dağlara taşlara "hayatta en hakiki mürşit ilimdir fendir" vecizesini yazmasına mukabil ilimle, fenle hiçbir ünsiyet peyda edemediğini ve etmeye de niyetli olmadığını tekrarladım; yine tekrarlıyorum. Babadan kalma usulle veya postmodern kılıklı olsun, bir askeri darbeyi bi mâzur görebilecek tarihi şartlar oluşabilir (hafazanallah), lakin sıradan polisiye hadiseleri abartarak darbe yapmaya kalkışanlar, neticede ancak "darbeci" olarak kalırlar. O günlerde birtakım gazete ve televizyonların irtica haberlerini nasıl abarttıklarını görüyorduk; fark şurada: O "abartı"yı bugün herkes son derece net biçimde anlıyor ve fark ediyor.

Çoğu emekliye ayrılmış 28 Şubat yaranıyla hesaplaşmak gibi bir derdim yok; sahip olduğum sosyal ilim birikim ve pratiği, bizde yargının bu gibi hallerde "durumdan vazife çıkarmaya" hiç de istekli olmadığını söylüyor; hükmü tarih verecektir ama ülkenin mukadderatı üzerinde etkili kişilerin, atanmayla geldikleri halde sınırsız gibi görünen güç kullananların, çok vahim kararlarda bile asla tanımadıkları ve tanımaya yanaşmadıkları toplum üzerinde mühendislik yapmaya kalkışmaları dehşetle karşılanması gereken bir hadisedir. Nitekim bugünlerde aynı güçlerin YÖK meselesi üzerinden "derin muhalefet"e kalkışmalarını da aynı cümleden sayıyorum. Kimsenin Türkiye'de eğitim meselesinin ruhu üzerine derin tahliller yapmaya yanaşmadığını üzülerek görüyorum. YÖK, rejimin sarılmaması gereken burçlarından birisi olarak mütalaa ediliyor ve bu mesele ertafında böyle saf tutuluyor. Bu, yanlışı bir iltisak noktasıdır; işte yazıyorum, Yeni YÖK Kanunu, hükümetin istediği şekliyle çıkmış olsa bile yükseköğretim meselemiz iyileşmiş veya bazılarının zannettiği gibi mahvolmuş olmayacaktır. Devleti yönetenler galiba sadece toplumu değil, bizatihi devletin kendisini ve bürokrasiyi de tanımıyorlar; bürokrat da dahil her nevi insan kaynağının kalitesini artırmak için kanun yetmez ama gücümüz sadece kanunlarla oynamaya yetebiliyor.

Kendisini fiilen, gayet görünür ve elle tutulur biçimde soyup soğana çevirenlerin hakkından gelemeyen devlet, vehimleri paranoya haline getirerek darbe tezgahlamakta beis görmüyor.

Korkutucu olan işte bu "algı kusuru"dur.