Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Jöntürklerimiz Avrupa'yla ilk defa temasa geçtiklerinde, şehirlerin düzenine, kamu işlerinin âdeta görünmeyen bir el tarafından yürütülmesine ve

özellikle kaldırımların intizam ve temizliğine hayran kalmışlardı; işin açıkçası Avrupa'yı ilk defa gören biri sıfatıyla Jöntürk dedelerimizin ufak ayrıntılar karşısında nasıl dağılıverdiklerini anlamak ihtiyacının telkin ettiği peşin fikir ve zaafla gördüğüm her yerde kusur aramadan edemedim.

Heilderberg Üniversitesi kütüphanesinin önündeki taş parke kaplı zemin, Jöntürklerin fikri perişanlığını haklı gösterecek derecede itina mahsulüydü; parke taşlar verniğe benzer bir madde ile parlatıldıktan başka aralarındaki boşluk, bizim cephe sıvalarında kullandığımız bir dolgu maddesiyle kaplanmıştı; meğer bu meydan yeni elden geçirilmiş ve biz onarım çalışmasının hemen akabinde oradan geçmişiz.

Ecnebiler, şeytanın ayrıntılarda gizlendiğini söylerler ki bu tâbirin Türkçesi olsa olsa denizi geçtikten sonra dereyi de geçme basiretini göstermekten ibarettir. Alman rasyonalizminin, ayrıntıları da mükemmelleştirmek yolunda gösterdiği titizlik karşısında ancak şapka çıkarmak gerekir; ilk yatırım esnasında kaynağı israf etmeden, hırsıza—uğursuza çapullattırmadan işin gereğini yerine getirmek, bakım ve onarım hizmetlerini nazsız—külfetsiz, iyilik yapıyormuş gibi değil de işin bir parçası olduğu için yerine getirmek, sağlamlık ve dayanıklılığa önem vermek, iş ciddiyeti kavramını öne çıkarmak netice itibariyle gökten zembille inmesi beklenen mevhibelerden değil. Mesela on metre kaldırım veya yol inşası için Ankara'da veya Frankfurt'ta hemen hemen aynı bedelin ödendiği bir hakikat. Bizde alaturkalık, evvela ihale edilen bütün kamu hizmetlerinin bir nevi "yağma Hasan'ın böreği" gibi, "zengin olma" fırsatı gibi algılanmasından doğuyor; aynı kaldırımın birkaç hafta arayla birbirinden habersiz kuruluşlar tarafından her defasında delik deşik edilmesiyle uğradığımız kaynak kaybı neticede "ayrıntı"ların itinasız, pejmürde ve sefil görünmesine yol açıyor. Aynı parayı harcadığımız halde ayrıntıda mükemmelliğe erişemeyişimiz, bana Avrupa'yla aramızdaki en mühim fark olarak göründü.

Tek top ağaç gibi!

Ne var ki Almanya, rasyonalitenin sıkıcılık mertebesine vardığı bir memleket: dakik, tertipli, kendi içinde âhenkli fakat sıkıcı, iş hayatının ve dinlenme ihtiyacının inzibatından mıdır o güzelim yeşil sokaklar, güleryüzlü evlerin süslediği temiz bulvarlar, meydanlar, parklar, bomba alarmı verilmiş bir savaş şehri gibi bomboş. Almanya, "fotojeni"si zayıf bir ülke. Alman orta sınıfı, Almanya'nın büyüklük ideallerini taşıyacak vizyondan uzak göründü bana ve bu çapsızlığa mukabil yabancı düşmanlığının örtük veya âşikar tarzda Alman toplumunun müşterek bir değer yargısı haline gelmesi hiç de şaşırtıcı değil. Bu heyecansız, dakik ve biteviye topluluk içinde Türklerin nasıl tutunabildiğini merak ettim; kendimce bulduğum cevap şu: Anadolu'nun ağaçsız, çıplak ve biteviye bozkırında bir tabiat ârızası gibi duran "tek top ağaçlar"lar vardır ya; kimsenin sulamadığı, çapalamadığı, yemişine iltifat etmediği, ara sıra seyrek gölgesinde yorgunluk gidermekten öte farkına bile varmadığı ahlatlar, alıçlar, kavaklar vardır; işte bizim gurbetçi işçiler de vizyon ve heyecanını kaybetmiş Avrupa ülkelerinde Avrupa'ya ve Avrupalılara rağmen, saygı duyulması gereken bir hayat inancıyla yaşıyorlar. Üstüme vazife değil ama "Almanya nasıl kurtulur?" diye bir sualin muhatabı olsam, gurbetçilerimizin hayata karşı besledikleri o şaşırtıcı tutunma içgüdüsü ile Almanlara mahsus ayrıntı mühendisliğinin izdivâcından bahsederdim.

Havasından mıdır, menbâ sularından mıdır dört günlük Almanya görgüsü ile Almanya'ya dair bu kadar felsefe ve sosyal tahlil yapmak, galiba bana Heidelberg şehrinin meşhur "Philosophen weg"inde yani "filozoflar yolu"nda bir teşehhüt miktarı gezinmekten ötürü bulaşmış olmalı. Okumadan âlim, yazmadan kâtip olmak gibi birşey ama siz yine de "ilk intibâ genellikle doğrudur" sözünü yabana atmamalısınız.

"Patlayan" tren tekeri

"Kompleks'in bu kadarına pes" deseniz de Almanya'da bizzat Almanların gösterdiği lâkaydîlik örneklerine de şahit oldum. İlki, hepinizin bildiği meşhur tren kazası idi ki, Alman kamuoyunu, insan kaybından ziyade "made in Germany" alâmet—i farikasının güvenirliğini zedelediği için dehşete düşürdüğünü farkettik. Geçenlerde bir gazetemizde "Patlayan tren tekerleğinin röntgen analizleri temiz çıktı" yollu haberi görünce gülmekten kendimi alamadım; tren tekerini "patlatmak", galiba sadece bizim mantalitemize mahsus bir lâubâlilik olmalı.

Augsburg'da bir sabah vakti bir Alman madamasının sokağa tükürdüğünü görmek, meşhur "otobahnof"larda ucuz atlatılmış bir trafik kazasına şahit olmak, yol kenarındaki onca tuvalete rağmen ağacın dibine bevleden bir Alman delikanlısını "iş üstünde" yakalamak, Heidelberg tren garının cephesindeki camların nicedir temizlenmediğini farketmek benim için ayaklarımı yere değdiren "insâni" kusurlardı; yazacağıma ahdettim; düzen, temizlik ve punktualite refleksinin oralarda zaman zaman da olsa aksadığını müşahede etmek zevkliydi.

Yeşilaycılar arasında dört koca gün

Almanya'da hasretini çektiğim en belli başlı yârenlik mevzuu, bir vatandaşımla oturup karşılıklı sigara tellendirmekti. Nereye gittimse önümde küllük niyetine bir çay bardağı gördüm. Nezaketlerinden ötürü sigara içmeme ses çıkarmayan Türk ahbaplar, misafirperverliği —hatır için olsun— karşılıklı duman tellendirme faslına kadar uzatmadılar. Sadece Koblenz'de Trabzonlu kunduracı ustası Osman Beyi kendime kafadar gördüm. Onca yeşilaycı içinde hiç çekinmeden bir sigara tablası ele geçirip Türk usulü cigara fosurdattık.

Dikkat çekici bir başka ayrıntı ise hiç alışık olmadığımız bir tuvalet âdâbına dairdi; misafir olduğum Türk evlerindeki tuvaletlerde bizim ev hanımlarının saksı sulamak için kullandıkları uzun emzikli su kablarından gördüm. "Alman usulü"nde klozetler bizim "tornistan"la ilave edilmiş su musluklarından mahrum imal edildiği için böyle bir icadın ihtiyaçtan doğduğu anlaşılıyordu.

Uzun kavak

Dört gün boyunca Türkiye merkezli haber dinlememek, gazetelerin karamsarlığına mıhlanıp kalmamak, dergisiz, kitapsız, bilgisayarsız ve tasasız dört gün geçirmek benim için alışılmadık bir tecrübe oldu. Yazmak ihtiyacı beşinci günde parmaklarımın karıncalanmasına sebep olurken, Türk musikisinden, türkülerden cüdâ kalmak daha gurbetliğin ikinci gününde "koymaya" başladı. Hamarat ve nâzik mihmandarım Savaş Genç'in otomobiliyle kısa yolculuklarımızdan birinde "Uzun kavak gıcır gıcır gıcılar" türküsünü "çığırırken" görmeliydiniz bizi; sıradan Alman yeşilliklerini nasıl da "Karadeniz" eylemiştik. Türkü her yerde nimet ama gurbette daha derin bir ihtiyaç halini alıyor.

Özetle

Ben "mukim" bir adamım; dört günde cem'an yedibin km mesafe katetmek mûtadım olmayan bir hadise olduğu için, belki çoğumuzun çoktandır bildiği şeyleri sizlerle bölüşmek ihtiyacını hissettim; sürç—i lisânım ve gevezeliğimi hoş görünüz. Türkiye'den gurbete gönül dolusu selâm olsun