Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

"Devlet aklı"nı itham ediyorum!Cumhuriyet'in ilk gününden beri, kendini toplumu biçimlendirme görevine tayin ederek insanların hayatlarını, hayat tarzlarını tasarruf etmekle kendini yetkili kılan bilumum "zât-ı devletleri"ni sanık iskemlesine davet ediyorum. Bugüne kadar varlığını vehmettiğim, "ille de olması gerektiğini" var saydığım devlet aklı'nın gerçekte var olup olmadığı hakkında münakaşa açıyorum.

Ey devlet aklı, ey "raison d'Etat", ey hikmet-i hükûmet; sen nesin, nerede tecellî eder, nerede konaklar, ne yer ne içer, kerâmetini nerden alırsın? Bacası tüten milyonlarca hânede, mahalle aralarındaki her bakkal dükkânında, irili ufaklı ticari işletmelerde varlığını hissettiğimiz o sıradan ve müdebbir akıl, devlet mevzubahs olunca niçin buharlaşıp görünmez olur?

Cumhuriyet devrinin ilk Kürt isyanı Şeyh Sait ayaklanması; sene 1925. 85 seneden beri bu memleketin Kürt meselesi hakkında imâl-i fikr eden devlet aklının sukût ettiği yer, üç gün önce Çukurca'da 6 askeri şehid eden mayının fünyesi imiş meğerse! Yola mayın döşeyeni ele geçiremeyince, gidip Kuzey Irak'taki bazı hedefleri havadan dövüyoruz. Ne gariptir ki, eşkıya türkü söyleye söyleye hudut karakollarını defalarca bastığında bir türlü yerinde bulamamıştık bu devlet akıllarını. Bu akıllar nasıl bir akıllardır, söyleyiniz.

Gazeteci gidip örgütün şefi ile dağda röportaj yapıyor da devletin onca adamının, teşkilatının, askerinin, polisinin eli erişmiyor; vaay, bu da mı devlet aklı? İnsanın şöyle düşünesi geliyor, "yahu, yoksa bu dağdaki eşkıya reisleri de mi, bizim anlı-şanlı bürokrat takımına mensuptur; bunların eşirrâsı devlete bıçak çekmiş olmayıp bilakis devletin kamuflaj kıyafeti giymiş görevlileri midir ki bir türlü ele geçmezler?"

Tabii bunlar çocukça düşünceler. Biz, devlet aklını hâlâ bir yerlerde gizlenmiş ve mevcut saydığımız için hâlâ eşkıya ile meşru devlet kuvvetlerini birbirine rakip sayıyor, öyle fikir yürütüyoruz... Gün geçtikçe işler kötüye gidiyor, eşkıyanın taktikası galebe ediyor; önümüze ödenmesi gereken bir çuval dolusu fatura koyuyorlar. "Vaay" diyoruz, "ne çok borç etmiş, ne kadar hatalı işler yapmışız?" Suçlanıyoruz, eziliyoruz, ufalıyoruz.

Bütün yaptığımız devlet askere çağırınca kalkıp gitmek, kanunları ciddiye almak ve itaat etmek, vergi vermek, elektrik, su, telefon faturalarını ödemek, bir de ülkemizi sevmek, "ülkemiz bölünmesin; biz Kürtlerle ezelden kardaşız; şu bölüştüğümüz ekmeği de bari boğazımıza tıkamayın" demek.

Bu akıl mesele çözmüyor; meseleyi evire-çevire, didikleye didikleye kangren haline getiriyor ama hikmetinden hiç sual olunmuyor. Dağa taşa, "ilim en hakiki mürşit" diye yazdığı halde bırakınız tecrübelerini, yanılgılarından bile ders çıkaramıyor.

Onca yıldır, "geliriz hakkından" diye kora kor mücadeleyi seçmişsin; büyük miktarda can, kaynak ve enerji harcamışsın; hatta çetebaşını getirip kucağına koymuşlar fakat yine de eşkıyayı caydıramamış, edebini takınmaya mecbur edememişsin; bir düşün ki, elli sene önce hududa döşediğin mayınları bile başına belâdır bugün. Ey devlet aklı, ben senin varlığına nasıl güveneyim? İşe bak ki, senin devletliğin, ceberrutun, efeliğin, egemenlik taslamaların hep bana, hep bana...

Yok musun, nesin?

...

Ey ruh, hâlâ oradaysan bari bir öksür!