Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Dediler ki, "Gazetenin yayın toplantısını perşembe günü Yozgat'ta yapacağız. Turkcell, 3G'nin tanıtım kampanyası için böyle bir faaliyet düzenledi. Helikopterle sabah Yozgat'a gidilecek, akşama dönülecek.

Gelir misin?"

Siz olsanız ne derdiniz?

-İyi güzel gidelim ama, ben helikoptere hiç binmedim. Bu âlete binip uçmak deyince -tırsımak değil de- hafiften gerginlik hissine kapılıyorum. Siz helikopterle gidin, ben bir gün öncesi akşamı Yozgat otobüsüne binip ufak ufak giderim. Sabah orada buluşuruz; böylesi daha iyi olur...

Der miydiniz?..

Demezdiniz; ben de öyle söyledim zaten; tırsımak, gerginleşmek gibi fiilleri hiç kullanmadan, "Aa ne güzel olur, gelirim." dedim.

Perşembe günü uçacağız (uçacağız diyorum ama on gün kadar öncesinden bahsediyorum); beni çarşamba günü -hadi sıkıntı demeyelim ama- daha önce bahsettiğim o "gerginlik" yokladı şöyle bir; ve dedi ki,

-Oğlum Ahmet, tamam anladık, helikopterle uçmak güzel, farklı bir tecrübe filan da; bu yaştan sonra neyine gerek? Şöyle usturuplu bir bahane uyduruver, "Memleketten misafirim geldi." veya "Tırnağımı derin kesmişim, pek acıyor" gibi beyaz bir yalan söyle, şu işten yüzünün akıyla vazgeç!..

Baktım, hayli mâkul bir fikir. "Hay hay!" dedim, "Vazgeçtim gitti; helikoptere binip uçmak benim neyime?"


Fakat o da ne? Ertesi sabah saat 7'de Zaman Gazetesi ekibi ile havaalanındaydık. Ortam neşeliydi; ben de gerginliğimi etrafa bulaştırmamak için neşeli görünmeye karar verdim fakat bu fikrim, helikopteri görünce değişti.

Yahu bir binek otomobili büyüklüğünde küçücük bir şey! Oysaki ben şöyle en azından otobüs cesametinde ağır, oturaklı bir şeyle uçacağımızı zannediyordum.

-Siz gidin, ben peşinizden geze geze gelirim demek için artık çok geçti ve öyle bir şey söylemiş olsaydım, başta Ekrem Dumanlı olmak üzere gazeteci arkadaşlarımın dilinden kurtulmam artık ebediyyen mümkün olmayacaktı.

Öteki arkadaşlar ise sanki Yozgat otobüsüne biniyorlarmış gibi ferah, neşeli, aldırmaz bir tavır içinde görünüyorlardı. Meğer öyle değilmiş, onların arasında da, benim gerginliğime benzeyen bir his içinde olanlar varmış fakat, onlar da benim gibi yiğitliğe toz kondurmaz bir eda takınmayı tercih etmişler meğerse... (Sonradan hepsi itiraf ettiler zaten!)

Helikoptere doğru yaklaşırken yiğitliğim tuttu, "Eğer sizce mahzuru yoksa ben pilotun yanına oturayım da güzel güzel fotoğraf çekebileyim." diyecek oldum. Hemen koro halinde, "A, tabii Ahmet abi, buyur sen öne geç; biz arka tarafa sıkışır otururuz." diye bir umumi hüsn-i kabul gösterdiler. Doğrusu hoşuma gitti, "Sağolsunlar, gazetemizin gençleri hatırımı sayıyorlar." diye düşündüm.

Besmele çekip ön koltuğa, kaptan pilotumuzun sol tarafına oturdum. Manzara-i umumiye aynen şöyle:

Oturacak yerin genişliği tabure büyüklüğünde. Sağ ve solunda dayanıp yaslanacak bir yer bulunmuyor. Başınız cam tavana değdiği için biraz sinerek oturmak ve kabin içinde haberleşmek için telsiz kulaklığı takmak zorundasınız. Hemen ayak altında ise iki tane pedal duruyor. Uçuşa başlamadan önce pilotumuz,

-Aman hocam, sakın bu pedallara dokunma, ayaklarına sahip çık! diye ikaz edince ayak kımıldatacak yer de kalmadı. Sağım solum elektronik cihazların düğmeleri ile dolu. Böyle "rahat ve ferah-fahur" bir yerde kucağımda kocaman fotoğraf makinası ile fotoğraf çekmek, takdir edersiniz ki hiç de kolay iş değil.

Arkadan Mehmet Kamış sesleniyor,

-Rahat mısın Ahmet abi?

"Sağolun, rahatım filan..." diyorum ama bir metre çapında camdan bir fanusa girip de (üstelik ayaklarınızı bastığınız zemin de camdan; aşağısı görünüyor) ayaklarınız yerden kesilince rahatlığı düşünmeye fırsat kalmıyor.

Efendim helikopter uçuşu şöyle bir şey; başınıza gelirse yabancılık çekmeyiniz diye, bir nevi memleket hizmeti kabilinden anlatıyorum.

Eskiden kahvelerde tahta iskemleler olurdu. İşte onlardan birine oturmuşsunuz ve bu iskemle birdenbire uçmaya, yükselmeye, sağa-sola dönmeye başlıyor. "Aman Müslümanlar tutunacak bir yer!" diye sağa sola yeltenmek nafile. Yer yavaş yavaş uzaklaşmaya başlıyor, binaların çatısı üzerinden yükseliyorsunuz, minarelerin ucuna dokunacak kadar yakın hissediyorsunuz; yerle irtibatınız kesiliyor.

Uçağa can kurban arkadaşlar! Helikoptere göre uçak, cılga yola göre otoyol gibi.


Her neyse, yakıt ikmali için Ankara'ya konuverdik. "Yarabbi şükür!" nidalarıyla Ankara toprağına ayak basınca, "Siz gidin arkadaşlar, ben otobüsle geze geze gelirim" fikri yeniden üstüme çöreklendi. Kahvaltılık bir şeyler atıştırıp Yozgat'a doğru havalanmak için yeniden "uçan iskemle"ye doğru yürürken aklıma ucuz bir cingözlük geldi, dedim ki,

-Arkadaşlar, ön koltuk şahane bir yer; orada tek başıma oturmak içime sinmedi. İsterseniz bu zevkten istifade etmeniz için yerimi size devredebilirim.

Ekrem Dumanlı "Ne oldu Ahmet abi, yoksa korktun mu?" diye takılsa da yerimi ona verdim. Bu esnada Mehmet Kamış'ın yol esnasında bütün iniş kalkışlarda telefona sarılarak meçhul bir adrese tekmil vermesi herkesin dikkatini çekti. Dönüş yolunda Mehmet'in, kaptan pilotumuza, "Biraz yüksekten gitmiyor muyuz; bana öyle geliyor ki biraz da alçaktan uçsak daha iyi olacak!" şeklinde niyazda bulunması şamatayı iyice artırdı.

Kamış'ın en az benim kadar helikopter uçuşundan "gerginliğe" kapılmasını hisseden Ekrem Dumanlı, pilota, "Arıza esnasında ne yapıyorsunuz?", "Helikopterde paraşüt var mı?", "Bir helikopterle ne tür akrobatik hareketler yapılabilir?" türünden sorular sorarak Mehmet Kamış'ı ince bir taktikle "terörize" etmeye başladı. Kaptan pilotumuz, arkada çevrilen muhabbetten habersiz, "Elbette isterseniz size bunlardan birkaçını gösterebilirim hemen!" demez mi?

Halimizi görmeliydiniz: Kaptan'a, bizlere böyle bir iyilikte bulunmamasını rica etmek maksadıyla ne türlü diplomatik manevralar geliştirdiğimizi yazsam, dünya ödleklik edebiyatının en nadide metinlerinden biri olurdu.

Uzatıyorum; o gün dört kere havalandık ve dört kere yere salimen konmayı başardık. Her kalkışta kapıldığım endişe, her sâlim inişte yerini "Çok şükür!" duygularına terkediyordu. Neticede helikopteri sevdim fakat -Allah eksikliğini göstermesin- onsuz da seyahat edilebileceğine karar verdim.

Ben bu tarzda kendi kendime prensip kararları alırken Ekrem Dumanlı ise Turhan Bozkurt'a, ikinci el helikopterlerin kaça gittiğini sormaktaydı!

Neyse ki pahalı imiş; bayağı pahalı; ikinci eli 7-8 milyon dolar civarında...


Bir helikopter tecrübesini böyle yaşadım. Dönüşte ayaküstü gazeteye uğradık. Hafta sonu eklerinden sorumlu yönetmenimiz Abdullah Kılıç bana o soruyu doğrudan yöneltti, "Korktun mu Ahmet abi!" dedi. Ben de ona, "Korkmadım dersem yalan olur, Abdullahcığım!" diye cevap verince Abdullah çözüldü, "Ben biliyordum zaten Ahmet abi!" dedi, "Ben de davetliler listesinde vardım ama helikopter lafını duyunca hemen mazeretim geliverdi."

Hiç helikoptere binmemiş olanlarımıza durumu kısaca özetleyeyim: Helikopter iyi, faydalı ve pahalı bir vasıta. Allah eksikliğini vermesin, fakaaat...