Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Bana göre klasiklerle aramızdaki yegâne ama en büyük engel "temas"tan ibarettir; klasiklerimize dokunamıyoruz, onlar cam mahfaza içinde saklanan birer müze olbjesidir sanki. Tek parti rejiminin son yıllarında Maarif Vekaleti'nin başlattığı "klasikler" dizisi, sonu getirilememiş ama esasen doğru nitelikler taşıyan bir kültür hareketiydi.

Bu dizi içinde batı klasiklerinin şark klasiklerine oranla daha çok yer almasını iki açıdan tabii karşılamak gerekir; ilki, rejimin batı medeniyetine duyduğu ideolojik ve romantik alâkadır; diğeri ise batı klasiklerinin şark klasiklerine göre yayınlanması daha pratik ve kolay eserler teşkil etmesidir. Sonuç itibariyle bugün bir lise veya üniversite mezunu gence, "bizim klasiklerimiz nelerdir ve kimlerdir, say bakalım" diye sorsanız tatminkâr cevap almanız muhâl ihtimâldir.

Kaç yıl oldu bilmiyorum, kendini fasulye gibi nimetten sayan solcu ve hümanist bir derebeyi, aynı soruyla karşılaştığında,

—Ne klasiği yahu, bizim klasiğimiz yoktur, deyip işin içinden çıkmıştı. Bu anlayışın edebiyat ve sanat mahfillerinde yaygın olduğunu zannetmem fakat, "say gelsin" denildiğinde sıkıntı ve tereddüd başlayacaktır; çünkü bizim klasiklerimizin üzerinde tam bir ittifak olmadığı gibi klasik saydığımız şeylerin doğru dürüst neşri de yapılmamıştır. Batı dünyasındaki klasik fikriyle karşılaştırıldığında bu vakıanın ürperticiliği daha iyi anlaşılıyor. Batı dünyasının ortak değerleri sayılan klasiklerin her nevi baskısına (yani çocuklar, gençler, ilim adamları veya sıradan okuyucular için hazırlanmış "seviye" baskılarına, (şerhler, yorumlar, tenkidler vb), şark dünyasında bile kolayca ulaşmak mümkündür fakat şark, kendi değerleri için sadece ketum değil, nankördür de; evvelâ kendi değerlerini görmezden gelir, inkâr eder; ardından onu ismen tanımış olsa da fiilen ortadan kaldırır.

Ah şu kötü "kısaltılmış ve sadeleştirilmiş baskı" alışkanlığı

Naima Tarihi böyledir meselâ; bu büyük klasiğin Maarif Vekaleti tarafından yaptırılan son muteber eski harfli baskısı 1927 tarihlidir; Cumhuriyet devrinde bir defa basılmış ise de (1967'de Zuhuri Danışman tarafından 6 cild halinde yayınlanan baskı, maalesef pek çok benzeri gibi ilmi çalışmalarda kaynak olarak gösterilemez niteliktedir) istifade olunabilir, ciddi neşir vasfından uzak bir baskıdır. Meselâ Cevdet Paşa'nın meşhur "Tarih—i Cevdet"i böyle bir efsânedir, Rûmi 1302 (Milâdi 1884) tarihli baskısından maada yeni harflerle güvenilir bir baskısı yoktur, sadece "seçmeler" adı altında kısaltılmış bir çalışma yayınlanmıştır. Bir örnek daha; Nef'i'nin sivri dili sebebiyle öldürüldüğünü çoğumuz biliriz ama kısaltılmış ve seçilmiş baskıları dışında ben Nef'inin Türkçe divanını görmedim; görenlere aşk olsun. Hemen bütün klasik tarih kaynaklarımız ya yayınlanmamış, ya da kısaltılmış, sadeleştirilmiş veya tahrif edilmiş ciddiyetsiz baskılarla okuyucu karşısına çıkmıştır. Neticede Türk okuyucusu fiilen kendi irfânının klasiklerine dokunmaktan ve onlara erişmekten mahrumdur.

Dokunamadığın klasik senin değildir!

Klasiklerimiz olsa ne olur, olmasa ne olur noktasındayız bugün; bizde yayın işleri ciddiyete mevzu teşkil etmediği için okur—yazarların klasiklerle ilişkisi yok mesâbesindedir; geliniz okuyucu ile klasikler arasındaki talihsiz münasebetin ayrıntılarına bir göz atalım:

1— Bizim klasiğimiz yoktur nobranlığının yarattığı körlük

2— Bu körlüğün aşılmasından sonra klasiklerin tesbiti

3— Klasiklerin aslına sadık tarzda ve ilmi yeterlik taşıyacak evsafta basılıp dağıtılması

4— Bu kaynaklara ihtiyaç duyan ve gerekliliğini bilen insanların varlığı

5— Bu insanların okuduklarını anlayacak ölçüde uzmanlık gerektiren bir dil kültürüne sahip olmaları

İşin bu vechesi ihmâl edilmemeli; Cevdet Tarihi'ni orijinal baskısının yüzünden okuyarak anlayacak insan sayısı, bugün maalesef tehlike raddelerinde azalmıştır; yaptığı işten zihnî bir haz duyanların sayısı ise herhalde çok daha vahim tenhalıklara işaret ediyor olsa gerektir. Niçin hakikati görmezden geliyoruz; anadilimizin geçen yüzyıldaki tasarruf biçimini anlamak ve onu tekrarlamak artık enikonu uzmanlık bilgisi gerektiriyor. Bu, insanın muhayyilesini zorlayan bir kültür depreminin acı sonucudur. Bir asır öncesinin Türkçesi, ses değeri cinsinden, alfabetik görüntüsü sebebiyle ve en nihayet anlam problemleri yüzünden şimdiki kuşakların ulaşabileceği menzilin dışına çıkmış bulunuyor. Bir şekilde tarihe mal olmuş veya te'lif senesinin üstünden otuz—kırk yıl geçmiş eserleri basan yayınevlerinin bu feci durum karşısında nasıl bir hâl çaresi bulduklarına dikkat etmeliyiz: Müşterisi olmaz düşüncesiyle özel yayınevleri artık tarihi eserlerin veya klasiklerin ilmî baskılarını yapmaya talip olmuyorlar, onun yerine kısaltılmış ve sadeleştirilmiş yayınlar tercih ediliyor. Asli vazifesi klasikleri ve kaynak eserleri yayınlamak olan kamuya ait yayınevlerinin ise bu görevi lâyıkıyla yerine getirdiğini söyleyemeyiz. Kültür Bakanlığı'nın yayın politikası, kurulduğu günden bu yana tatminkâr seviyeden uzak kaldı, yayın ve baskı kalitesine itina gösterilmedi, çoğu tartışılmaya bile değmeyecek derecede gayrıciddi çalışmalar yayınlandı; buna mukabil Milli Eğitim Bakanlığı, klasikler serisini yeniden basmak suretiyle daha olumlu iş başardı denilebilir. Üniversitelerin yayın faaliyeti ise devede kulak mesabesinde kaldı ve üniversiteler yayın sahasından çekildiler. Bu durumda, "ne klasiği, bizim klasiğimiz yoktur" diyen inkârcı zihniyet haklı çıkmış olmuyorsa da biz Türklerin fiilen klasikleri olmayan bir toplum olduğumuz hükmü geçerlik kazanıyor: Klasiklerimiz elbette vardır ama onlara erişemiyoruz, erişsek bile okumuyoruz, okusak anlamıyor, anlasak da o değerleri yeniden üretecek zihin gücünü gösteremiyoruz.

Süleymaniye'ye likör kadehi muamelesi...

Medenîyet klasiklere dayanır, âmennâ! Süleymaniye Camii bizim bir mimarlık klasiğimiz ise —ki öyledir—, ondan nerede, nasıl ve ne surette yararlandığımızı kendimize izah edebilmeliyiz? Bana göre Süleymaniye, her gün yüzyüze geldiğimiz mimarlık problemleri içinde kapladığı yer itibariyle ev kadınlarının vitrinlerine yerleştirdikleri gümüş taklidi süs kutularından farklı bir fonksiyon icra etmiyor; o bizim hayatımızın dışında duran ama ara sıra baktığımız ve varlığıyla gururlandığımız bir şeydir. Zamâne şairlerinden kaçı Nef'i divanını tetkik ederek ondaki şiir kimyâsının terkibine zihin yormuştur; zamâne şairlerinin kısm—ı küllisi Nef'iyi bilmez. Entellektüellerimiz bile Tarih—i Cevdet'i, Naima'yı, hatta Mevlânâ'nın Mesnevî'sini hakkıyla okumamıştır. Süleyman Çelebi merhumun Mevlid risâlesi dahi fiili bir nisyân örtüsü altındadır ve manzumenin tamamen okunduğu bir mevlid merasimi bulmak nerdeyse imkânsızdır. Musiki mirasımızın ruhuna ellerimizle dokunabiliyor muyuz; musiki, zamane Türklerinin en ziyade ilgilendiği ve üretimde bulunduğu sanat şubesi olduğu halde klasik musikimizin mebdei, ancak Avni Anıl bestelerine kadar ilerlemiş bulunuyor (Sayın Avni Anıl'ı küçümsediğim için değil, klasik fikri tehlikeli denecek tarzda yakın zamanlara doğru kaydığı için belirtmek ihtiyacı hissettim)!

Dilin derisine girip tenine bürenmek...

Klasiklerimizle nasıl hemhâl olabilir; onları nasıl yeni hayat sahalarında yeni formlarda canlı kılabiliriz? Bana göre klasiklerle aramızdaki yegâne ama en büyük engel "temas"tan ibarettir; klasiklerimize dokunamıyoruz, onlar cam mahfaza içinde saklanan birer müze olbjesidir sanki. Halbuki dokunabilmeliyiz; dille inşâ edilmiş bir esere dokunmak, onun dilini anlamak ve o dilin tenini (derisini) kuşanmakla olur. Musiki sahnında İsmail Dede'ye dokunamayışımızın sebebi, Dede'yi besleyen medenî, dini ve kültürel kaynaklarla irtibatımızın kesikliği yüzündendir; ona dokunamadığımız anda Dede bizim için gerçek mânâda ölmüş ve toprak olmuş demektir.

ALINTI:

"Ve meterislerde defn olunan evvelki şehidleri çıkarub kilimlerle büyük meşhedliğe taşırken nice şühedalarımız kırk günden beri ter ü taze bulundu. Hatta bizim Kütahiyyeli Yazısı Osman namında bir erbab—ı marifet hattat—ı benam kırk aded Kelam—ı İzzet yazmış idi, yigirmi gün idi ki memesi üstünden kurşum ile urulup şehid—i hür olmuşdu, meterisler yerinde naşe—i şerifi esbabıyla bulunup yigirmi günden berü vücud—ı şerifi henüz ter ü taze iki elleri göğsünde şehadet parmağın kaldırmış bulunup kurşumun zahmı yerinden al ve ala kan çekîde çekîde revân olmada bulunup cemi'î guzât gelüb ziyaret ettiler. Hatta sadr—ı azam dahi görüb "haza hürrün şehidun vahidun ke—elf" deyüp hassaten başka anın cenaze namazı kılınub hakir bu merhumu kilim içre koyup kanı akarak (...) esbâbıyla defn ettim. Rahmetullahi aleyh"

Evliya Çelebi Seyahatnamesi, 6. Kitap, Yapı Kredi Yayınları, İst., 2002, s.210

SÖZ:

"Oyun bittiği zaman şah da piyon da aynı kutuya atılır"

İrlanda atasözü