Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Lâdinîlik cereyanı ile birlikte, dinî" olanın sadece mâbede veya şahsî mahremiyet alanlarına doğru sürülmesi ve geriletilmesi, özellikle sekülerizm veya

laiklik dâvâsına samimiyetle inanmış kişiler açısından kazanılmış bir merhale olarak değerlendirildi. Bu bakış açısı —belki tuhaf bir ifâde gibi görünecek ama— dini, "din" ile sınırlandırdığı, bütün dinî hadiseleri din çerçevesi içinde algıladığı için insanın tabiatını ıskalamaktan kurtulamadı.

İzah ediyorum:


Âyin, kutsama, kurban, vecd, perhiz, mâbed, hacc, ahlâk, tevbe; hemen aklıma geliveren ve "dinî menşe'li" olduğuna kimsenin itiraz edemeyeceği şu kavramlar aslında "modern" hayatın ritüelleri içinde, orijinini fazlaca ince eleyip sık dokumadan taklid ettiğimiz ve hatta "seküler" nitelik taşıdığına dair kolayca yüklü bahislere girebileceğimiz bir nitelik taşıyorlar. Bir başka ifadeyle "din" ile nisbeti bulunduğu için bazı çevrelerin küçümsediği, geri ittiği, reddettiği veya yok saydığı âdetler ve davranış kalıpları, aslında modern hayatı perde gerisinden idare eden bir hayat mukavemeti gösteriyorlar.


Her güzellik yarışması, her futbol müsabakası, her anma töreni, her kongre, her sergi ve buna benzer kollektif törenler aslında birer âyin; bir âyinde yer almasına alışık olduğumuz bütün unsurlar bu törenlerin içinde yer alıyor; meselâ bir güzellik yarışmasına bu açıdan bakmayı deneyelim: İmân (güzelliğin tartışılmaz bir geçerliliği olduğuna inanmak), ortak değerleri yüceltme (güzel, yakışıklı, genç ve şık olmak), güzelliğe perestiş (güzelliğin o törende geçer akçe olan tek değer olarak yüceltilmesi), huşû (gösteri esnasında herkesin nefeslerini tutarak "resm—i geçid"i izlemesi), sunak yeri veya "sırat köprüsü" (kızların güzelliğini sergilediği podyum), vecd hâli (seyircilerde sahnede olup—bitenlere karşı derin bir hürmet hissi, seçilen veya seçilemeyen kızların yoğun duygu baskısı altında ağlamaları), mizân terazisi (jüri), perhiz ve sabır (kilo ve form endişesi ile öğünleri yarım havuç ve marul yaprağı ile geçiştirilen azap günleri), mükâfat (dereceye girmek ve hediyeler kazanmak), gaflet (kaybedenlerin "kazanacaklarını" umması), sevâba nailiyyet (seyircinin kazancı) ve daha neler...


Modern hayat "mâbed"siz olmuyor; buyurun ilk elde hatırlayabildiğimiz "mâbed"leri birlikte sıralayalım: Kapalı spor salonları, stadyumlar, pahalı lokanta, gazino ve oteller, sergi salonları, güzellik "enstitüleri", devâsâ köprü, baraj, viyadük, otoyol ve binalar, özel, muteber ve pahalı hastaneler, jimnastik salonları, yüzme havuzları, plajlar, tatil siteleri, sinema, konferans ve konser salonları, büyük, pahalı ve modern şirket merkezleri, miting meydanları, süpermarketler, plazalar ve daha neler...

Sizi, dış görünüşü ve iç mimarisi ile olduğunuzdan farklı bir hâlete büründürmeye sevkeden her mekân aslında birer seküler "mâbed" değil midir?


Bir ömür boyunca en azından bir kere ziyaret etmemeyi onulmaz bir eksiklik saydığımız mekânlar aslında birer seküler "hacc" mevkiidir: Louvre Müzesi de olur, Miami plajları da, Bodrum da olur Disneyland da...


Bütün kalabalıklar "âyin" psikolojisi ile hareket eder; insanları bir araya getiren sebep —ne kadar lâdinî olursa olsun—, bir süre sonra mukaddesleşir: Miting, futbol maçı, musiki konseri, panel, defile... Le Bon'a göre bir "yığın"ın aklîlik derecesinin ortalaması, o topluluktaki en zayıf kişinin kalitesini geçemez.


Huşû, karşı çıkılması veya sorgulanması tasavvur edilemeyen saygı hissi demek; tartışılması hoş görülmeyen her konu, asıl tabiatını "din"den alan bir huşû hissi ile sizi "imân"a dâvet ederken artık seküler olmadığının farkında bile değildir: Bütün ilmî paradigmalar huşû ile beslenir, tahlil, tahkik ve akıl yürütme ile tâzelenirler.


Seküler hayat âhengi "kurban"sız edemez ve sadece "insan" kanıyla teskîn olabilir; Sanayi ihtilâli, birkaç işçi ve "çocuk neslini kurban alarak ilk ivmeyi kazanabilmişti; Fransız ihtilâli aristokratların, Sovyet ihtilâli "işbirlikçi" burjuvaların fedâ edilmesini gerektirdi; Nazilerin kurbanı, Germen aslından gelmeyenler ve özellikle Yahudiler oldu, Faşistler, "ferd"i devlete fedâ ettiler.


"Tevbe", seküler libas içinde kâh "otokritik" olur, kâh özeleştiri; "İtiraf ederek" arınmak bir kilise âmentüsü; Sovyet mahkemeleri zulüm yılları boyunca revizyonistlerin ve karşı ihtilâlcilerin itiraflarını dinlemekten usanmadı.


Ahlâk'ın menşei din ama her meşrebin dinden yalıtılmış olmak iddiasında bulunduğu bir ahlâk nazariyesi var: "Kumar borcu nâmustur" kaziyyesinden başlayıp, faizle kazandığı parayı, "hayat kadınları"nın kazancıyla takas ederek aklamaya çalışanlar da. Cenevre sözleşmesi, âhir zamanların savaş ahlâkı; "insan hakları", literatürü, dinî menşe'inden ne kadar koparılabilir?


Dinî sembol, kavram, ritüel, espri ve gelenekleri seküler (!) hayattan koparıp atmak mümkün olmadığına, mukaddeslik atfetmeden, dokunulmazlık surları inşa etmeden, huşû ile titremeden asrî cihazları çalıştırmayı göze alamadığımıza göre, dini sadece "dinî" alan içinde kavrayan ve kabul eden insanlara —zamana göre muhtelif derecelerde, "Kunta—Kinte" muâmelesi revâ görmek, en azından dürüstlük değil. İlk pozitivistler, kendi dinlerini ilân edip, pozitivist mâbedler inşâ edecek kadar, mihrâba aklı temsîl eden kadın figürünü iliştirecek kadar kendi mantıklarına sâdık kalabilmişlerdi. O halde insanı hakiki mânâda hürleştirmek ne kelime, başka tanrılara kulluğa zorlamaktan başka nüktesi olmayan seküler kılıklı "yarım—din"lere niçin saygı duyalım?


Her yıl defalarca tekrarından usanç getirilmeyen güzellik yarışmaları, Aztek'lerin kendi ilahlarına genç kız kurban ettikleri (ve batılı antropologların pek vahşi buldukları) dinî âyinlerden daha samimi; bir Şaman raksının ihlâsını, "bale"den beklemek haksızlık; Yağmur duasına çıkanlar, bir futbol maçından dönen insanlardan şüphesiz daha mutlu!


Din aleyhtarlarını, sekülerizm edebiyatçılarını, laiklik rekortmenlerini ciddiyetle dinlemeye hazırız, ama "yeni" şeylerden bahsetmeleri şartıyla!